Elinize bir silah verildiğinde ne yapardınız?
Bunu çok düşünmüştüm. Yani çok düşünmekten kastım yaklaşık on dakikayı buluyordu fakat bütün o cümleler beynime öyle hızlı yerleşip öyle hızlı kayboluyorlardı ki, asırlardır bunun üzerine makaleler yazıyormuş gibi hissediyordum. Elimde bir tabanca vardı. Min Yoongi hemen önümde yürüyordu ve bu tamamiyle garip hissettiriyordu. Bana, benim günahlarımın nedeni olacağını söyleyip hemen ardından elime bu silahı tutuşturması aklıma pek mantıklı şeyler getirmemiş, hatta beni bir hayli ürkütmüştü ama sonrasında durup 'Sadece bir şey olursa kendini koruman için.' demesi, bir miktarda olsa rahatlamam adına faydalı bir gelişmeydi.
Bir katilin ardından, elimde bir silahla, cinayete ilerliyordum adım adım. Belki de bu karşı tarafın değil, bizim sonumuz olacaktı. Belki de bu; onun ardından son ilerleyişim, bu havayı son soluyuşum olacaktı. Bilemezdik ve bu bilinmezlik beni öyle geriyordu ki bütün saniyeler saatlere dönüyor, tek adımım bile asırlara mâl oluyordu.
Titriyordum. Heyecan veya korku değildi bu, günahkar olma düşüncesiydi. Sonbahar olmadığımı öğrenmenin verdiği gerginlik ve onun bütün söyledikleriydi. Titriyordum. Tir tir titriyor yine de ilerlemekten vazgeçmiyordum. Öyle bir andı ki, günahkâr olmaktan kaçmak zordu.
"Bekle." dedi olduğu yerde beni durdururken. "Sakın bir yere ayrılma ve beni bekle."
Kendimi kandırmama gerek yoktu. Ona güveniyordum. Bütün gerçekler yüzüme bir su misali çarpsa dahi ben ona yine de güveniyordum. Belki içler acısı bir durumdu ve dışarıdan bakan herkes benim adıma üzülürdü ama mühim değildi. Zaten tutunacak başka dalım da yoktu. Güvenmek ve güvenmemek aynı kapıya çıkıyor gibiydi şu anlık. İki türlü de kaybedecek hiçbir şeyim yoktu.
Bu yüzden sessizce söylediklerine uydum ve duvarın köşesinde, duvara yapışık bir vaziyette öylece kaldım. Temkinli adımlarla ama bir o kadar da rahatmış esintisi vererek ilerlediğinde onu izliyordum. Ne yaptığını bilir gibi bir havası vardı. Daha önce bu eve girdiğine adım kadar emindim. Hiçbir şaşırma belirtisi göstermeksizin buraya kadar ilerlememiz bunun göstergesiydi.
Merdivenlere ulaşana kadar her yeri dikkatlice incelemiş ve bana döndüğü anda gözlerini garip bir perde sarmıştı. Öylece ondan gelen bir onay bekliyordum ama karşılaştığım tepki bambaşkaydı. Öyle başkaydı ki, bana doğrulttuğu namluyla kalakalmıştım. Tam dudaklarımı aralıyor, ona bir şey demek için hazırlanıyordum ki, "İndir." dedi. Hayır bana bakmıyordu. Hemen arkama, koyu bir ifadeyle dikmişti bakışlarını. "Onun, seninle alakası yok." Birkaç ayak sesi işittim. Hemen ardından gelen kıkırtılar hiç iyi hissettirmiyordu. Ne hareket edebiliyordum ne de arkamı dönüp bakıyordum. Zaten çok geçmeden boynuma sarılan kol ve yanağıma yapışan yanağı hissetmiştim.
"Öyle mi?" demişti adam. Sesinden bile serserilik akıyordu. "Öyle mi dersin Min Yoongi? Benim evimde, elinde silahla dolaşıyor ama benimle alakası yok.. Emin misin?" Sonra yanağını yanağımdan ayırıp çenemden öyle sert tutup çevirdi ki, Min Yoongi'nin kötü bir adam olmadığını düşündüm. "Gerçi," dedi ben onu incelerken. Kaşında piercing vardı, saçları siyahın en koyu tonuydu ve hepsini yukarı kaldırıp kulağına birçok küpe takmıştı. Boynundaki dövmeleri seçebiliyordum. Klasik bir tipti. Kitaplardaki kötü karakterdi o. Min Yoongi gibi değildi. O sadece kötüydü. "Çok da masum duruyor." Gözlerindeki alaycı ifadeye baktım. Belki de şimdi korkuyordum. Belki de şimdi, ellerimdeki titremesinin nedeni korkuydu.
"O benim rehinem." dedi. Şimdi Yoongi'nin sesinde de alay vardı. Yanımıza yaklaşıyordu. Gözlerimi karşımdaki adamdan çekemediğim gibi Yoongi'ye de bakamıyordum. "Çok önemli biri değil aslında ama bilirsin, benim olan şeyleri genelde paylaşmam."