^HAYALLERİN LANETİ^

50 7 1
                                    


Zaman algısını kaybedeli epey oldu. En son takvime baktığım günü hatırlayamıyorum bile...Günler öyle birbirinin aynı ki bir süre sonra hangi günde ne yaptığımızı bile bilemez olduk.

Okullar kapandı, ulaşım araçları kullanılmayalı epey oldu, duvar saatlerimizin bir çoğunu yiyecek üretebilmek için geri dönüştürme fabrikalarına verdik. Zaten saatler işimize yaramayı bırakmıştı, bu sayede hem bizler evdeki gereksiz eşyadan kurtulduk, hem de extra yiyecek alabildik. Kısaca insanlara zaman kavramını anımsatan şeyleri satmak mantıklı geldi. Artık dünyamızda hiçbir şeyin vakti yok.

Alarmlar yok, iş yerleri kapandı yerlerine tarım ofisleri kuruldu. Bu da demek oluyor ki mesai saati adını verdiğimiz şeyden de kurtulduk. Bilenlerin anlattığına göre eskiden insanlar alarmları hiç sevmezmiş. Tabii bizler bir çoğumuz bu alarm denilen şeyi bilmiyoruz. Çünkü biz yani yeni ırk yavaş yavaş oluşmaya başladığında saatler de yerini arıtıcılara bıraktı. İnsanlar evlerine saat yerine bir tane daha arıtıcı almayı daha mantıklı buldu.

Büyük evlerin yerini iki kişiye bir oda düşecek şekilde tasarlanan beton küpler aldı. Her binada yaklaşık iki yüz beton küp bulunuyor. Bizler bu beton küplerde doğduk. Doğumlarımızdan beri buradayız. Çünkü dünya nüfusu her geçen gün ikiye katlanıyor. Özetle eğer kendi küpünüzden çıkarsanız yerinizi başkası alır. Biz şanslı olan grubuz; evlerimiz, yiyeceklerimiz, suyumuz, hatta işlerimiz var. Ama insanların büyük bir bölümü bu kadar şanslı değil. Açlar, susuzlar ve hâlâ yaşıyorlar. Acı çekmek bile bir lüks aslında manasız hayatlarımızda.

Dünyamız bayadır çok kalabalık. İnsan ırkı yok olmayı bıraktığından beri durmadan nüfusumuz çoğalıyor. Aslında bununla da ilgili kurallarımız var ama uymayan insan sayısı epey fazla. Doğan bir çocuğu öldüremediğimizden onlar da bizimle yaşamaya başlıyor. Nüfusumuz arttıkça imkanlarımız belirli ölçülerde azalıyor. İçtiğimiz su, soluduğumuz hava ve tükettiğimiz mineral sayısında azalma oluyor. Bu da bizim hayatlarımızı zorlaştırmaktan başka hiçbir işe yaramıyor.

Affedin, bize ne olduğunu anlatmadan geçtim. İnanın bu gerçeği hiç anlatmamayı tercih ederdim ama bazı şeyleri anlayabilmeniz için bilmelisiniz: Biz lanetlendik.

Başka bir deyişle doğa ana tarafından sonsuzluğa sürüldük. Yani kısaca ölümsüzüz.

Atalarımız bir hayal kurmuşlar: Sonsuz Hayat. Bu hayal bize ağır patladı. Onlar sırf bu hayal uğruna doğayı, insanlığı harcadılar, doğa anaya meydan okudular. Doğa ana da bu insanlara acıyı ölümle öğretti, hayatlarını içten içe sömürdü. Doğa asıl suçluları bizim hayalimizle sınadı.

Araştırdılar, ömürlerini uzatmanın yollarını buldular, doğayı yendiklerini sandılar. Ama eski kuşağın atladığı bir şey vardı: öfke kolay yenilmezdi, güçlenir intikama dönüşürdü. İşte bu intikam bize denk geldi. Kısaca onları erken ölümle lanetleyen doğa, bizi ise ölümsüzlükle lanetledi.

Bir çoğumuz haddinden fazla zamandır buradayız. Aslında ölümsüz olmak belli bir yaşa kadar o kadar kötü değil. Ama belli bir zamandan sonra her şey değişiyor. Unutuyor insan. Yitiriyor insan olduğu günlerin anısını. İnsanlığı kayboldukça derisi de şeffaflaşıyor veya başka bir deyişle inceliyor. Sonuç olarak yabanileşip bizim "yumru" adını verdiğimiz yaratığa dönüşüyor.

Yumrular hayatlarımızı alt üst ediyor. Ölüm korkumuz belki yok ama biz hala hayatın kendinden korkuyoruz. Bu sebeple hepsini yerleşim yerlerinin dışındaki çukurlara hapsediyoruz. Çukurlar dış dünyadan oldukça uzak karanlık odalar gibi. Genelde toprağın altındalar. Sonuç olarak bizden uzakta yaşıyorlar ve bize zarar veremiyorlar.

Genelde ilk iki yüz yıldan sonra belirtileri görülmeye başlıyor. Ama tamamen şeffaflaşma insanın bünyesine, hatta ruh haline göre değişiklik gösteriyor. Belki ölümsüzüz ama insanın hisleri kaybolunca ondan geriye zaten bir şey kalmıyor. İşte tam olarak bu sebepten ötürü çocuklara öğretilen ilk şey dua etmek. Ölümse tek duamız. Ben işte tam da bu noktada dua etmenin bir tık ötesine geçiyorum, ölmek için çalışıyorum.

Okul yok ama devlet hala bir kısım özel genci kendine çalışması için yetiştiriyor. Benim de bir özelliğimi görmüş olmalılar ki onlara çalışıyorum. Özel olmayanlar ise birçok gruba ayrılıyor.

Okula alınmayan bir kısım köşelerine çekilip yumruya dönüşmeyi bekliyor, bir kısmı ise gıda üretimi için çalışıyor. Dünya nüfusu çoğaldıkça yiyecek ihtiyacı da artıyor. Fabrikalar haliyle daha çok çalışıyor. Daha çok çalıştığından, fabrikada çalışan insan sayısı da artıyor.

Bir tarafta da su arıtma ve dönüştürme tesisleri var. Yağan yağmurların sularının her damlası itina ile ayrıştırılıyor ve bize içme suyu olarak veriliyor. Ayrıca deniz suyunu da arıtıyoruz. İçindeki tuzdan ayrıştırılınca bol mineralli bir suya dönüşüyor ki bu minarel kıtlığı çektiğimiz şu dönemde oldukça kıymetli bir armağan. Benim eğitildiğim okulda ise insanların hayatlarını daha çekilebilir kılmak için çalışıyoruz.

Gıdalar, arıtıcılar, yeni maddeler ve tabi ki ölmenin bir yolunu arıyoruz. Eskiden simyacı denilen topluluğun ölümsüzlük pınarını aradığı gibi biz de ölümün pınarını arıyoruz. Durumumuz tabii ki biraz farklı. Çünkü evrenin bize bu pınarı sunacağını düşünmek artık büyük bir aptallık. Şu an bir nevi doğayı ikna etmeye çalışıyoruz. Belki şaka gibi ama ölebilmek için yüzyıllardır uğraşıyoruz.

SONSUZLUK LANETİHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin