3.

3.1K 11 0
                                    

"... Gilead dönemini duydunuz mu? Açıkcası Kanadalı yazar Margaret Atwood'un "Damızlık kızın Öyküsü" kitabına kitaplığımda rastlayana kadar ben de duymamıştım. Tüm bu kitaplık elbette benim değildi. Karşılıklı kitap alışverişi yaptığım bir pazar tezgahından aldığım kitaplar arasındaydı. Kapağını açıp okuma fırsatını yakalayamamıştım daha önce. Ama tüm bu art arda gelen ve bir anda hayatımın bana açılan başka kapısından girme riskini yakaladığımdan bu yana dayanılmaz gecelerimde düşüncelerime erişimimi bir süre de olsa ertelemek için karıştırdığım kitap rafında bulmuştum bu kitabı." Damızlık kızın öyküsü" kitabın isminin bana çağrıştırdığı anlam ile yaşadığım kültürün normlarının birbirine uyduğunu düşündüğüm için okumak istemiştim. Distopya(3) benzerliği .  Kendimden bir şeyler bulabilme isteği, benim gibi olan biriyle konuşabilme isteğini bu kitapta yakalamıştım. Tüm kadınların bir erkeğe ait olduğunu düşünün, bu kadınlar 'damızlık' olarak adlandırılıyor. *Kitaba göre ABD'de toplumsal düzeni tersine çeviren bir askeri darbe yapılmış. Hristiyan püritenlerin idareyi ele geçirdiği o günden sonra da evlilik dışı ilişki yaşayanlar, boşanmışlar, feministler, Yahudiler ve hatta Katolikler bile yeni düzen tarafından yutulup yok edilmeye başlanmış. Gilead'ın yeni toplumsal yapısı ve egemen ideolojisi elbette kadınların görünürlüğü üzerinden düzenleniyor. Ülkede yaşayan tüm kadınlar bir erkeğe ait sayılıyor. Anlatıcımız gibi bir erkeğe çocuk versin diye damızlık kız olarak görevlendirilmiş kadınların isimleri bile yok. Hangi erkeğin 'damızlığı' ise o erkeğin isminden türemiş bir isimle çağrılıyor. Hane halkının başı Fred ise damızlık kızın ismi Fredinki mesela. (Kitabın orijinalinde Offred- ki burada Atwood her zamanki sözcük oyunlarına başvurmadan edemiyor. Offred bir bakışta bize sunulmuş, adanmış, anlamlarına gelen 'offered' kelimesini de hatırlattığından.)* 

  Okuyunca aslında birebir olmayan literatürde benzeyen çok şey ile karşılaştım. Ben de bir damızlık kız mıydım acaba ? Alininki, evet aslında anılacağım isim Aylin değil de Alininki olacaktı.Ali nişanlanacağım adamın ismi. Şişman, 1.75 m boylarında , esmer yüzüne geniş gelen burnu, dolgun denilecek yüzüne yaygın dudakları, koyu kahve gözleri ve normalinden biraz belirgin kirpikleriyle yine Güneydoğu Anadolu tarafında yetişmiş bir çocuk. Aynı kültürdendik. İkimiz de aynı topraklarda yetişmiştik, ailelerimizin fikirleri de paraleldi, Ali annemin eski komşusunun ablasının oğluydu. Daha önce hiç karşılaşmamıştım, tanımıyordum. Bir gün annesi Perihan Teyze, annemi arayıp beni beğendiğini ve görmek istediğini, oğluna almak istediğini söyledi. Ve annem de "Sana vermeyeceğim de kime vereceğim" dedi. Böylece aralarında karar verip Aylin'e hiç danışmayıp görmeye geldiler beni. Annemin beni bir an önce verme telaşı, başından atıp sahiplendirme isteği aslında bir anlamda damızlık kız ile bağdaşıyordu. Geçmişimizden gelen ya babaya ya kocaya düşüncesi 21. yy'da yani günümüzde de devam ede geliyordu. Geldiklerinde sevinememenin, heyecanlanmamanın verdiği hüzünle birlikte kabullenmenin acı gerçeğinin var olma sancısı kalbimde yerini alıyor ve bastırmaya çalışsam da dinmeyen bu salt acı gözyaşlarımı durduramıyordu. Bir yandan kendini gelişigüzel bırakan gözyaşlarımı işaret parmağımla hızlıca silip izini yok etmeye çalışırken bir yandan 'gelin kahvesi' diye adlandırılan kahveyi hazırlıyordum. Kırmızı,pembe ve beyaz karanfillerin birleşimini oluşturan bir buket çiçek getirmişlerdi. Kültürümüze gelen çiçeği vazoya koyup oturdukları salondaki masaya koyunca, 'olumlu' anlamına geliyordu. Kahveleri servis ettikten sonra gözlerimi iştahla bakan, istekleri genel anlamda aç sayılabilecek bu 28 yaşındaki oğlana kahvesini ikram ettikten sonra elimdeki tepsiyle birlikte bir an önce mutfağa dönme isteği duydum. Kendimi olduğumu gibi tezgahın kenarına bıraktım. Bedenim ,olan ve olabileceklerden korkmuş bir halde, aklım " Sen ne yapıyorsun?" cümlesini sürekli tekrar ederek beynime çivi gibi çakmaya çalıştığı ve 'farkında mısın ciddi ciddi evleniyorsun' düşüncesini beynime saplarken ruhumu oracıkta verme isteği uyandırmıştı bende. Derin bir nefes aldıktan sonra teyzemin dürtmesiyle kendime gelmiştim."Hadi, çiçeği ne zaman vazoya koyacaksın ? Beğenmedin mi?"

-Ah tabii, unutmuşum. Beğendim diyerek söylediğim yalanın acaba beni gerçekten kurtaracak mı düşüncesi beynimi kurcalarken aldıkları çiçek buketini vazoya yerleştirip salona getirdim. Perihan teyze ile oğlunun yüzünce açan çiçekleri hala unutmuyorum. Bu nasıl bir sevinç, ben neden yaşayamıyorum bu duyguyu, mantıklı mı şu an olanlar... sürekli düşünüyordum. Bu şekilde Alininki olmuştum. Ve bir hafta sonra henüz Ali'yi tanımadan onunla nişanlanacaktım..."

-İyiyim.

Sırf kalp kırmamak için, kendime yakışanı yapmak için cevap vermediğim herkes, kendini haklı zannetti. Bir Dostoyevski sözü. Ne zamana kadar susacaktım, ne zamana kadar kalp kırmamak için bu salt acıya katlanacaktım henüz bir cevabı yoktu bende. Ama bu susma eylemini ne zaman yıkacaktım bilmiyordum.

İkinci mesajı geldi,

-Aylin, gerçekten bitti mi ?

- Bitmesi gerekiyor, ne zaman biz seninle özgür bir şekilde, mutlu bir şekilde hayat yaşayabiliriz bunun cevabını bana verebilir misin?

- Şimdi olmasa bile ileride her şeyin düzeleceğine inanıyorum hem bize mesajlaşmak bile mutluluk veriyor. Birbirimizi seviyoruz, Aylin.

-Dokunmadan, sarılmadan, kokunu duymadan ne kadar yıl geçecek ?

Hiçbir anlamı yok...

Hakkında konuşmanın ya da çözmeye çalışmanın.

İçinde düştüğü bu yaşamı sahiplenemeyen küçük bir kızın

Varoluş çığlıklarıyla tünellerde yiten yaşamının dingin melodileri sadece... Ve şimdi yollarında yaşamın çığlık tünelleri kazmak ve susmayı yazmak kalmıştır işaretleyenlere...

/Nilgün Marmara

Sus dedi, sus konuşma, ben bu gerçeği kabul etmiyorum dedi, biz bitemeyiz dedi, biz masumuz dedi, kimse bunu elimizden alamaz dedi, toplum buna değil, aşka sevgiye ve güzelliklere düşman dedi, bizim savaşımız bu yobazlar ile dedi, bu kadar kolay olamaz ve bu kadar kolay, bitemez dedi.

Haklıydı, onu hala tüm kalbimle ve masumiyetimle seviyordum.

Bana biri dokunsa ne yaparsın dedi, öldürürüm dedim, ya sana, ya sana biri dokunsa ben ne yaparım düşündün mü, dedi, sus dedim, sus, daha fazla konuşmak istemiyorum, yeter sus dedim...

İnsanın düşünmekten canı yanar mı ? Yanıyor işte.. Öyle bir atmosfer hakim ki her yerde nefes almıyor insan. Eylemlere kesinlikle müsamaha yok artık. Herkes daima üzgün herkes daima yorgun.../ Nevşin Mengü

____________________________________________________________________________

(3)Kelime olarak ilk defa John Stuart Mill tarafından kullanılan distopya, gelecekte olabilecek olumsuz toplumları tanımlamak için kullanılır. Ütopik toplum anlayışının antitezi olarak kullanılan distopya, otoriter ve baskıcı bir sistem olarak ifade edilir. Olumsuz bir geleceği, kötü bir hayatı ifade etmek için kullanılan bu kelime Yunanca kökenlidir. Distopik toplumlar özellikle konusu gelecek zamanlarda geçen hikâyelerde yer alır. Bunlardan en ünlü olanları George Orwell'ın Bin Dokuz Yüz Seksen Dört ve Aldous Huxley'in Cesur Yeni Dünya adlı romanlarıdır. Distopik toplumlar edebiyatın birçok alt türünde görülmektedir ve genellikle toplumdaki politik, ekonomik, teknolojik ve dini problemlere dikkat çekmek için kullanılır.

**Defne Suman, yazar. Doğan Kitap'tan yayımlanmış, 'Emanet Zaman' ve 'Yaz Sıcağı' adlı iki romanı var.**

Flört TecavüzüHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin