2

187 7 1
                                    

   Tamam, öncelikle birisi size abinizin arkadaşlarıyla kampta olduğunu, her gün video gönderdiğini, aradığını, iyi olduğunu ancak iki gündür hiçbir şekilde iletişim kurmadığını söylerse büyük ihtimalle dağın başında olduğu için iletişim kuramamıştır diye düşünürsünüz. Ancak söz konusu kişi Jack. Uydu telefonu olan ve ne olursa olsun iletişim kurabilecek Jack. Abim her zaman işini güvenceye alır ve son ana bırakmaz. Şaka olduğunu da düşünmüyorum çünkü ilk olarak, bugün 1 Nisan değildi ve normalde böyle şakalar yapılmaz. İkinci olarak, annemin sesi taklit edilemeyecek kadar korkmuştu. Adrenalinin damarlarımda yayıldığını ve enseme doğru gelen ürpertiyi hissettiğimde ne yapacağımı bilemez haldeydim ve aklıma tek bir fikir gelmişti: Eve git.

  Yatağın altındaki tozlu spor çantasını aldığım gibi giysi dolabına yürüdüm ve Isaac’in sorularını; korkmuş, endişeli ve meraklı bakışlarını görmezden geldim. Uçak biletim de hazırdı sadece havalimanına gidip erkene alacak ve eve gidecektim. Bavulum zaten hazırdı, kalan kıyafet vb. yi de spor çantasının içine tıkıştırıp kapıdan çıkacakken Isaac önümde durdu ve “NELER OLDUĞUNU HEMEN ŞİMDİ ANLATACAK MISIN YOKSA ZORLA MI?!” diye bağırdı. Tam o sırada kendime geldim ve sakince konuşmaya çalıştım; “Abim Jack. İki gündür haber alınamıyor. O Jack. Bu ne demek biliyor musun? Haber alınmak zorunda.” dedim. Birkaç saniye durakladıktan sonra“Dostum… çok üzgünüm…” dedi ve bana sarıldı. Çabuk ağlayan bir insandım ve Isaac işleri kolaylaştırmıyordu. “Peki.. şimdi ne yapacaksın?” dediğinde elimdeki bavulu ve spor çantasını gösterip “Eve gideceğim, kardeşimi bulacağım. Önümüzdeki günlerde de devamsız olacağım şimdi okulla uğraşmak istemiyorum.” Sözlerim üzerine “Luke, onu bulacaksınız.” dedi ve bana geçmem için yol verdi.

    Uçak büyük bir uçaktı ve biletimi erkene alırken neyse ki bir sorun çıkmamıştı. Vücudumda yayılan adrenalinden dolayı ne aç ne de susamış hissediyordum. Ancak  kendimi bir şeyler yemeye zorladım ve hostesten bir sandviç ve kahve istedim. Yolumuz çok uzundu, ne kitap okuyabilirdim ne de müzik dinleyebilirdim çünkü dikkatim dağılıyor, aklıma Jack’in gülümsemesi geliyordu. Onca saat sadece dışarıyı izledim ve düşündüm. Her şey bir anda gelişmişti ve çok karmaşık hissediyordum; idrak kabiliyetim körelmiş gibiydi. Onu nasıl bulacağım sorusu beynimin büyük bir kısmını kaplarken cevabı hakkında hiçbir fikrim yoktu. Ormanda aramak belki bir seçenekti, ancak düşük olasılıklı bir seçenek. Çok daha iyisine ihtiyacım vardı.

  

   Havalimanından çıktığımda bir taksi çağırdım ve adresi söyledim. Neyse ki havalimanı ve ev arası çok uzun değildi. Yirmi dakikalık yolda, taksinin penceresinden aylardır görmediğim şehri izlemeye başladım. Burada çok anım vardı, bu şehri seviyordum ve ayrılmak istememiştim. Ancak ailem için ‘iyi’ bir üniversitede ’iyi’ bir bölüme gitmem gerekiyordu. Hukuk Fakültesi’ndeydim ve hiçbir zaman avukat, savcı vs. olmak gibi hayallerim olmamıştı. Üniversite okumayı bile istememiştim ki.

  “Burası mı?” şoförün sesiyle kendime geldim ve çocukluğumu geçirdiğim sokağa, anılarıma, beyaz renkli evime ve bahçeye baktım. “Burası.”

  Sokağa şöyle bir baktığımda dikkatimi çeken ilk şey, yan evin artık beyaz değil mavi oluşuydu. Birkaç ay öncesine kadar bu evde Bayan Steph ve kanser hastası olan babası oturuyordu. Bayan Steph, babasının ölümünden sonra evi satışa çıkarmış, İngiltere’ye, kardeşinin yanına dönmüştü. Şimdi baktığımdaysa genelde bakımsız olan bahçeleri, fazla düzenliydi. Bunun dışında pek bir değişiklik yoktu.

  Evimde gözüme takılan tek farklılıksa boyası çıkmaya başlayan çitler ve eskiyen duvarlardı. Avustralya’nın bulutlu gökyüzüne tekrar baktım ve taşlarla dizili yoldan geçip, evin kapısına ulaştım.

   Kapıyı açan kızı daha önce görmediğime emindim. O da beni görmemişti. Tanışmamıştık. Bir süre öylece ayakta dikildikten ve nihayetinde üstümdeki şaşkınlığı attıktan sonra, karşımdaki şahsı incelemeye başladım.

   Tatlı bir yüzü vardı. Mavi gözleri ve rüzgarın etkisiyle uçuşan, ipeksi, beline kadar uzanan, birçok kızı kıskandıracak saçlarıyla fazla güzeldi. Gözlerimizin içine bakarak geçen uzun süreli büyülü an, annemin “Clara, kim gelmiş?” sorusuyla bozuldu ve ismini öğrendiğim kız bana kaş göz hareketleriyle kim olduğumu sorduğundaysa sadece gülümsedim ve içeri girdim.

  Salonda annem dışında tanımadığım bir simayla karşılaştım. Annem yaşlarında, sarışın bir bayandı. Anneme destek olmak için burada olduğunu, teselli edercesine anneme doladığı kolundan tahmin etmiştim.

  Ağlamaktan gözleri şişmiş annem her ne kadar yorgun da olsa beni görünce yüzüne şaşkın bir gülümseme yerleştirdi, oturduğu kanepeden hızlıca kalktı ve bana sarıldı. Kollarımı kokusunu çok özlediğim anneme sardım ve kokusunu içime çektim. Birkaç dakika sonra geri çekildi ve bana baktı. “Lucas… daha sonra geleceğini düşünmüştüm.” dediğinde “Abimi bulmak zorundayım.” Diye karşılık verdim. Fazla bitkindi, bu yüzden daha fazla soru sormadı. Bana tekrar gülümsedi ve koltuğa oturmam için işaret etti ve ben tanımadığım insanların arasında tabii ki de rahat değildim.

   “Luke, bu Rogue. Bayan Stephlerin evine sen gittikten birkaç hafta sonra taşındırlar.” dedi, sarışın bayanı göstererek. “Selam.” dedim, ne demem gerektiğini bilmiyordum. “Merhaba, Luke. Abini bulacağız.” dedi zoraki bir gülümsemeyle. “Kızım Clara ile tanıştınız sanırım.” Dediğinde yüzümü Clara’ya çevirdim. Bana gülümseyerek “Şey, aslında tam anlamıyla değil. Clara ben.” dedi. “Evet, tahmin etmiştim.” Gülümsedim.  “Luke.” Diye ekledim ve elini sıktım.

    Bön bön bizi izleyen annemin yüzünde ise bir gülümseme belirmiş, birkaç saniye sonra yok olmuştu.  Abim için arama kurtarmaya gibi şeylere başvuramıyorduk çünkü dönüş tarihi belliydi ve o tarih gelene kadar kayıp sayılmazdı. Bu işi çözebilecek dedektif te bulamamıştık. Önümüzde ise iki seçenek vardı: Ya dönüş tarihinin geçmesini bekleyecektik –ki bunu asla yapmayız- ya da kendimiz arayacaktık ancak ormanın büyüklüğü bunu olasılıksız yapıyordu.

 İzin isteyerek lavaboya giden Clara’nın üzerine daha fazla sessizliğe dayanamadım ve aylardır girmediğim odama doğru yol aldım.

 Odamın kapısı kapalı, pencereleri açıktı. Gandalf ise tam bıraktığım yerde, yatağımın üzerinde yatıyordu. –bu hassas bir konu o beş yaşından beri yanımdan ayırmadığım kirli, sevimli, Hemmings ailesinin en küçük üyesi olan penguenim. Laflarınıza dikkat edin.- “GEL BURAYA, ESKİ DOSTUM!” diye bir savaş çığlığı atarak Gandalf’a sarıldım. Peluş kokusunu içime çekerken şaşkınlıkla bizi izleyen  -yüzünde en yakın arkadaşıyla sevgilisini basmış gibi bir ifade vardı- bir çift gözle karşılaştım.

haunted (l.h/supernatural)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin