Annemin önümüzdeki on saat kadar uyuyacağından ya da sersemlemiş olacağından emin olduktan sonra üzerini örtüp, kapısını kapatıp merdivenlerden aşağı inerken daha önce hissetmediğim bir duyguyu hissettim. Sadece bir duygu değildi bu. Merak, korku ve heyecanın birleşimiydi ve tüylerimi diken diken ediyordu.
Tam kapıdan çıkarken, içinde silahların bulunduğunu tahmin ettiğim çantayı arabaya yerleştiren Clara’yı gördüm. Koşar adımlarla yanına gittim ve önünde durdum. Onunla gelmemi istiyordu, bunu gözlerinden anlayabiliyordum ama yine de beni böyle bir yükün altına sokmak istemiyor gibi görünüyordu. “Luke, gelmek zorunda değilsin, gerçekten. Canını tehlikeye atacaksın. Bu çocuk oyuncağı değil.” Endişeli gözlerle bana bakıyordu. “Emin ol, Clara. Bunun bir çocuk oyuncağı olmadığını biliyorum. Ama o benim abim. Bulmak zorundayım. Canım pahasına.” Aklına kardeşi gelmiş olacak ki anlayışla kafasını salladı. “Peki… plan ne?” bunu sormamı bekliyormuş gibiydi; gözleri parıldadı ve gülümsedi.
“Öncelikle şunu biliyoruz ki, wendigo ormanın içinde yeraltındaki sığınakları tercih eder. Ve Sidney şehrinde kullanıma kapalı bir tane sığınak var.” Çantasından çıkardığı haritaya baktı ve kaşlarını çattı. “Uhm… az önce tam şurada gördüğüme eminim.” Gözlerimi devirirken gülmemeye çalıştım. Haritasını ters tutuyordu. Boğazımı temizledim ve haritasını düzelttim. “Hah… şimdi oldu.” Dediğinde minnettar bir şekilde gülümsedi. “Eğer Jack’i bulacaksak, büyük ihtimalle buradadır.”
Haritasını çantasına koydu, eve doğru yürümeye başlamadan önce başıyla gelmemi işaret etti. Arkasından onu takip ettim ve bodruma indik. İçeri girdiğimizde annesinin ve babasının gözleri bize çevrildi. “Luke geliyor mu?” babası Clara’ya sordu. Evet anlamında başını salladığında, Steve kartal gibi bakan -ne benzetme ama- gözlerini bana dikti. Clara gibi görünüyordu; beni böyle bir yükün altına sokmak istemez gibi. Ancak gözleri parıldamıyordu ve bu olayların asla peşimi bırakmayacağını biliyormuş gibiydi.
“Evet, geliyor… ama durumun farkında, ne kadar tehlike-“ Clara sanki bunu açıklaması için sadece saniyeleri varmış gibi konuşurken babası sözünü kesti.
“Gelmek istemeni anlıyorum, evlat.”
Evlat?
--
Clara ve ailesi son hazırlıkları tamamlarken kapının eşiğine yaslanmış bu işte ne kadar soğukkanlı olduklarını düşünüyordum. Belki bir gün ben de bu şekilde olacaktım, kim bilir?
Gözlerimi yere dikmiştim ve görüşüm hafif bulanıklaşıyordu; engel olamıyordum. Daldığımın farkındaydım ama gözlerimi başka yere çeviremiyordum. Clara bunu fark etmiş olacak ki tam tikimin olduğu yeri, karnımı dürtükledi. Refleks olarak kendimi geri çektiğimde kıkırdadı.
“Ha ha, Clara. Çok komik.” Alaycı şekilde konuştuğumda ellerini havaya kaldırdı. “Tam dalmışken dürtüklediğimde Silence*’ı görmüş gibi tepki vermeni diyorsan… Komik, evet.” gözlerimi devirdim ancak gülmeme engel olamadım. “Ee, şimdi napıyoruz?” biraz çekingen biçimde sordum. “O yüzden geldim işte. Hadi gidiyoruz.” Omzuma vurdu ve yürümeye başladı. Onu takip ettim. Yine.
Yirminci dakikasında olduğumuz araba yolculuğu bitmek bilmiyor. Son birkaç günde damarlarımı mesken edinmiş adrenalin yine iş başında. Steve yola konsantre olmuş, Rogue camdan dışarıyı izliyor, Clara ise haritasıyla haşır neşir oluyor. Harita fazla büyük ve açmaya çalışırken elini suratıma geçiriyor. Suratıma bakmadan pardon dediğinde anlayışla kafamı sallıyorum.
“AHAAA! İşte buldum,” Yüzünde zafer ifadesi olan Clara’ya bakıyorum, mutlu görünüyor. Boğazını temizliyor ve bilmiş bir ses tonuyla konuşmasına devam ediyor. “wendigonun bulunabileceği tek sığınak, iki kilometre sonra, sağımızda, ormanın biraz iç tarafında kalıyor.” Steve kafasını sallıyor, “Asla tek başınıza hareket etmeyin,” gayet ciddi olan ifadesi “takım ruhu.” deyip göz kırpmasıyla bozuluyor.
Endişeli olduğum her anda yaptığım gibi piercingimi dişlerimin arasına almış oynuyor, kafamı cama yaslıyorum. İki kilometre diye geçiriyorum içimden. Abime ulaşmama iki kilometre.
Onu bulduğumda ne yapacağımı düşünüyorum, bulacağımı düşünüyorum. Unutmak istemediğim suratını düşünüyorum. Planı tek sıyrık almadan başarıya ulaştırmak her ne kadar uzak gelse de, umudumu yitirmemek için var gücümle çabalıyorum.
Nihayetinde iki kilometre son buluyor. Steve arabayı yolun en kenarına park ediyor, arabadan iniyor. Clara ve Rogue onu takip ediyor. Dışarı çıkmak için kapımı açıyorum. Sakin ol, diye geçiriyorum içimden. Sakin olmadığımız anlarda etrafımızdakiler tarafından söylenen en saçma şey. Saçma, çünkü işe yaramıyor. Sakin ol. Tekrarlıyorum.
Steve bagajı açıp bir çanta çıkarıyor. Bana bakıyor ve şöyle diyor:
“İhtiyacımız olan her şey bunun içinde.”
Clara çantayı kendi tarafına çekiyor ve kurcalamaya başlıyor. “Erzak, su, bıçaklar, havai fişek tabancası ve biraz naneli sakız. Ne olur ne olmaz.” gülümsüyor ve havai fişek tabancalarından birini bana uzatıyor. Nasıl kullanmam gerektiğini anlatıyor ve çantaları hazırlayıp bomboş yolun karşısına geçiyoruz.
Ormanın en dış tarafında kapalı bir dükkan görüyoruz. Clara’ya bakıyorum ve bana bir yaratığın barınağı olmak için fazla görünürde olduğunu söylüyor. Kafamı sallıyorum ve ormanın içerisine doğru yürümeye başlıyoruz.
Tamamen Clara’nın talimatlarına doğru yol alıyoruz. Etrafta sadece ağaçlar, çalı çırpı var. Ve en çok rahatsız eden şey ise, sessizlik.
Ne uçan bir kuş, ne de böceklerin hışırtısı. Duyduğum tek şey nefesimken Clara konuşmaya başlıyor. “Fazla… sessiz.” Hadi canım.
Elindeki harita yine sesler çıkartırken sığınağa yaklaştığımızı söylüyor. Ve tam o sırada, tam Clara’ya ters bir şeyler olduğunu söyleyeceğim sırada, aylardır duymadığım ses, kulaklarımı dolduruyor.
“LUKE!”
Ses uzaklardan geliyor. Bir an için delirdiğimi ve aylardır sesini duymadığım abimin kafamın içinde olduğunu düşünüyorum, ancak Clara’nın korku dolu gözleri benimkilerle buluştuğunda sesin gerçekten var olduğunu anlıyorum.
“J-ja-jack…” sesim kısık çıkıyor. Ben bile zar zor duyuyorum. Sonra o sesin abime ait olduğu düşüncesi beynimdeki tüm hatları alt üst ediyor. Ne yapacağımı bilmez haldeyken, bacaklarımı kontrol edemiyorum ve koşmaya başlıyorum. Beynim kulaklarımın ve düşüncelerimin fişini çekmişken Clara’nın bana bağırdığını duyamıyorum bile. Ağlamama engel olamıyorum. Ve ilk defa korku, bana bir güç gibi geliyor. Daha iyisini yapmamı sağlayan bir süper-güç.
Öyle oluyor da. Daha iyisini yapıyorum. Kalbimin atışlarını tüm vücudumda hissederken, daha yükseğe zıplıyorum. Koşarken yorulduğumu bile hissetmeden hareket ediyorum. Arkamdan gelen Clara, Steve ve Rogue’un sesini duyabiliyorum. Onlar da koşuyorlar, koşmasına… ama benim kadar hızlı değil.
Ben tam sesin olduğu yöne doğru koşmaya devam ederken, bir şey beni yakalamadan ve çalıların arasına çekmeden önce, Jake’in bana asla ama asla “Luke” demediği aklıma geliyor. Tam hızımı yavaşlatmaya başladığım anda kafama bir darbe aldığımı hissediyorum ve gözlerim kararıyor.
*The Silence, bilim kurgu dizisi olan Doctor Who’da adı geçen en önemli uzaylılardan biridir.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
haunted (l.h/supernatural)
Fanfiction"...insanların bihaber olduğu, görmezden geldikleri ancak hep orada duran saf kötülük."