4

99 8 2
                                    

“Ne? Ne avcısı?” tamam burada kesinlikle ters giden bir şeyler vardı.

“Yaratık, şeytan, canavar, kötü ruh, efsanevi şeyler… kısacası doğaüstü olan her şey.” Yanıtlayan Clara’ydı. Bağlı olduğum ipler el verdiğince Clara’ya yaklaştım ve “DOĞAÜSTÜ ŞEYLER GERÇEK HAYATTA OLMAZ, CLARA!” diye bağırdım. Sanki böyle yapacağımı biliyormuş gibi gözlerini devirdi.

 “Bak ne diyeceğim, beni neden sadece serbest bırakmıyorsunuz?” dediğimde “Duyman ve görmen gerekenden fazlasına şahit oldun. Bu yüzden kötü bir şey yapmadığımızı anlamadan seni bırakamayız. Bak, Luke. Tüm yaratıklar gerçek. Onlar sadece masallarda anlatılan ya da küçükken korktuğun, sana yatağının altında saklandığı söylenen veya senin içinde yaşayan uydurma karakterler değiller. Bugün 1 Nisan değil. Biz de kötü şeyler yapan bir aile değiliz. Yaptığımız tek şey insan ırkını tehdit eden doğa üstü varlıkları yok etmek. Bu işe bir defa bulaştın. Asla peşini bırakmaz.”

  Rogue sözlerini bitirdiğinde bir tarafım gerçekten inanmak isterken bir tarafım –korkak ve hayatı kötü tarafı olmadan, toz pembe görmek isteyen tarafım- dediklerinin bir harfine bile inanmıyordu; inanmak istemiyordu.

  Şu an hiçbir şey olmamış gibi hayatıma devam etmek, bu geceyi unutmak hatta okuluma geri dönmek için her şeyimi verirdim. Beynim bu düşüncelerle doluyken ağzımdan çıkan tek şey “Kanıtla.” oldu.

  Ellerimdeki ipleri çözmeden beni evin bodrumunun da altında gizli bir odaya götürdüler. Olan şeyler çok gerçekçi bir rüyadan daha fazlası değilmiş gibiydi. Oda karanlıktı karanlık olmasına ama yerdeki daire, içindeki beşgen yıldız ve sembolleriyle kırmızı fosforlu biçimde kendini belli ediyordu. Dairenin tam ortasında birisi baygın şekilde, bir sandalyeye kenetlenmiş şekilde oturuyordu.

   Işıkları açınca tam yanımda duran Clara’ya ne olduğunu anlamak istercesine bakarken, babası konuşmaya başladı. Sanırım ismini asla öğrenemeyecektim.

  “Luke, bunun ne olduğunu biliyor musun?”

 “Şey, hiçbir fikrim yok.”

 “Şeytan kapanı.” Tamam bu kadarı fazlaydı ama.

 “Peki ortasında oturanın ne olduğunu biliyor musun?” diye sorduğunda ‘ne’ yi vurgulayarak söylemişti.

 “Buradan bakınca Homo Sapiens*’e benziyor.”

  Bu dediğime gülerken Clara’nın da benimle güldüğünü gördüm. “Şeytan.” Bir an bunu bana dediğini sandım ve alınmıştım ama sözüne devam etti. “O bir şeytan.” Bir raftan aldığı plastik su şişesini adamın suratına püskürttü ve yüzünden dumanımsı şeyler çıktı. “BU DA NEYDİ?!” diye çığlık attığımda asit olabileceğini tahmin etmiştim ama sadist olduklarını sanmıyordum.

  “Kutsal su.” Tanrı aşkına (!) nesin sen  İsa falan mı??

  Bu olaylara inanmayışım (inanmak istemeyişim) ve iğneleyici tavrım orada oturan şey gözlerini açana kadar sürmüştü.

  Gözleri siyahtı. Siyah. Simsiyah. Göz akı dahil simsiyahtı. Yolda görseniz arkanıza bakmadan kaçacağınız türden korkutucuydu. Artık şeytan mı ne bilmiyorum ama insan olmadığına kesin emin olduğum şey suratına sinsi bir gülümseme yerleştirdi. Sesi normal bir insanınki gibiydi ancak vücudunuzdaki tüm kanı çekebilecek güçteydi, konuşmaya başladı.

  “Bakın burada kim varmıış… Hmm Luke Hemmings, huh? Birisi küçük abiciğini kayıp mı etmiş? Peki abimiz çok acı çekti mii? Yoksa acısız bir ölüm mü oldu? Öldü mü kii? Belki de şu an ölmek için yalvarıyor, Lucas Robert, huh?”

  Dediği şeyler tüm vücuduma bir iğne gibi batarken Rogue anlamadığım şeyler mırıldanıyordu. Sanırım Latince’ydi. Birden şeytan, vücuduna elektrik veriliyormuş gibi hareket etmeye, çığlık atmaya başladığında, vücudunun içinde sarı-turuncu kıvılcımlar belirdi. Hayatımda gördüğüm en ürkünç sahneydi bu.

 Clara’nın donmuş bedenimden tutup, beni dışarı çıkardığını hissettim. Arka balkona götürmüştü. Rüzgar yüzüme çarparken, Clara bana sarıldı. Kendimi hiç bu kadar yaralanmış, boş hissetmedim. Zar zor kendime gelebildiğimde, beni balkonda bulunan sandalyeye oturttu, o da karşıma geçti.

  Bir tarafım dünyayı ne kadar toz pembe görmek isterse istesin, ne kadar inanmak istemezsem istemeyeyim, hayatta saf kötülük vardı. İnsanların bihaber olduğu, görmezden geldikleri ancak hep orada duran saf kötülük.

  Bir an içimde beliren o kıvılcım, tüm bunları yok etmek istedi. Bunca sene toz pembe bir dünyada yaşamıştım, kötü tarafını görmeden.

  Clara’ya sarıldım ve ağlamaya başladım. Hıçkıra hıçkıra ağladım. Beni avutmaya çalışmadı. Sadece sarıldı. O da bu dünyanın içindeydi. Saf kötülüğü görmüştü. Buna rağmen yüzündeki, güneşi kıskandıracak kadar parlak ve içten gülümsemesi silinmiyordu. Diğer insanlar gibi içinde kapıyı yumruklayıp, dışarı çıkmak isteyen küçük bir kız çocuğu yoktu. Tam aksine, kötülüğü defedebilecek kadar güçlüydü.

  “Nasıl hissediyorsun?”

  “Bok gibi.”

 “Anlıyorum.”

  O balkonda birkaç saat kadar oturduk ve bana, bu işe nasıl bulaştığından başlayarak, hayal bile edemeyeceğim yaratıklara kadar çok fazla şey anlattı. Bu dünyadan bir daha çıkamayacaktım, eski yaşantıma geri dönemeyecektim, biliyordum.

  Clara’nın bir kız kardeşi vardı. Beş sene önce saldırıya uğramış ve ölmüştü. Kayıtlara ‘katil’ ve ‘cinayet’ sözcükleriyle geçmişti ancak katil asla bulunamamıştı. Ama her zaman bir yol vardı. Ya olmamış gibi davranmak ya da intikam almak. İntikamı seçmişlerdi, çoğu insan gibi. Öldürenin bir vampir olduğunu söyledi. Ancak vampirler haç işaretiyle korkutabileceğiniz, güneşin tenlerini yaktığı türden vampirler değillerdi. Dracula gibi değillerdi. Çok daha ölümcül ve karanlıktılar.

-- 

*homo sapiens: insan türünün biominal adı.

haunted (l.h/supernatural)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin