HALİMİZ

179 22 0
                                    

Sevgili günlük,

Susup beklemeli mi sana gelecek olanı? Yoksa o zaten dönüp dolaşıp bulur mu seni? Ya bulduğunda çok geç olursa? Turuncularla kaplı saksımdaki çiçekler solmuş olursa, geldiğinde? Yatağımın demir başlığındaki lacivert boya sökülmüş olursa? Ne yaparım, nerede ararım bana gelecek olanı? Yoksa bana gelecek bir gelecek yok mu? Gelecek nereden gelir ki? Hangi yolda görünür ufuktan? Hangi sapaktan sapar?

Tam on beş yaşındayken, kardeşimi öldürmeden üç sene önce. Bir düşünce talan ederdi zihnimi. Ne yaparsam yapayım çıkmazdı aklımdan, o zamanları ölsem unutmam. "Ben bu dünyaya neden geldim?"

Aptal bir resim bölümüne giderken, öğretmenlerim 'yeteneğini kaybetmemelisin' derken.. Ben geceleri yatağımda yatarken, soruyordum tanrıya, "Ben bu dünyaya ne için gönderildim?"

Öğretmenlerimin sandığının aksine resim çizmeye gelmemiştim. İnsan gönderiliş amacını gördüğünde çarpılmaz mıydı beyninden? Durmaz mıydı, şöyle bir bakmaz mıydı? Oysa ben bir resim kağıdı gördüğümde heyecanlandığımı, neredeyse hiç bilmem.

İnsan bir durur, düşünür. Sırf kaybetmemek için elinin çizme yetisini, hayatını o çizimle sınırlandırmaya değer mi? Yoksa o sınır dediğim çizim, gerçek hayatın sınırlarının ötesinde miydi? Zaten olan sınırlarıma kapı mı çizerdi? Normal sınırlarımın dışına mı çıkarırdı beni? Yoksa benim sandığım gibi, iki çizgi arasına hapis mi ederdi bedenimi?

On beş yıllık hayat tecrübemle, bir bilinmezliğin ortasında hissettiğimde, beni bilinmezliğe atan hep aynı soru olmuştu. "Ben bu dünyaya ne için gönderildim?" Benim düşünceme göre her insanın hayatta belli bir amacı vardı. Kimse o amacın dışına çıkamaz değildi, ama elinde sonunda ulaşacağın kapı o amaç olurdu. Bu amacı ararkense, kayboluyordum.

Bana göre duygular doruklarında yaşanmalıydı, korkacaksak iliklerimize kadar korkmalı, üzüleceksek kanımızın son damlasına kadar üzülmeli, seveceksek de bütün benliğimizle sevmeliydik. Belki de ela gözlü adama böylesine bağlayan beni, on beş yaşında düşündüğüm bu şeylerdi.

Oysa Romeo & Juliet'te geçmez mi, "Şiddetle başlayan hazlar, şiddetle son bulurlar. Ölümleri olur zaferleri, öpüşürken yok olan ateşle barut gibi.. Seveceksen ölçülü sev ki sevgin uzun sürsün; çok hızlı giden de çok yavaş giden gibi geç varır hedefe.." Benimse düşüncem bir o kadar farklıydı bu sözlerden. 'Her şeyi doruğunda yaşamak' sahip olduğum tek ilkeydi. Doruklarında sevebilmek için, doruklarında korkmayı göze almıştım. Aniden sönmesi pahasına hislerimin, doruğa çıkmaya çalışmıştım.

Bu yüzden 'Bu dünyaya neden geldiğimi' bilmemenin rahatsızlığını yaşıyordum, hem de doruklarında.. Her duyguyu son noktasında yaşamayı isteyen birini bir bilinmezliğin içine atarsanız, o bilinmezliği de kendini çıldırtacak derecede son noktasında yaşardı.

Oysa bilinmezlikten çıkıp aklın kargaşasını aşıp varmak istediğim bir cevap vardı. On beş yaşındaki zihnimi durmadan ağrıtan, aynı sorunun cevabını arıyordum. "Ben bu dünyaya ne için gönderildim?"

On beş yaşımdan tam on yıl sonra, sevdiğim adam kollarımda ağlarken aynı soru beynimi işgal ediyordu. Ama bu sefer, çok acı bir şekilde sorunun cevabını biliyordum. Ben bu dünyaya kollarımda ağlayan ela gözlü adamı sevmek için gelmiştim.

Dönüp dolaşıp varacağım kapı, ona olan aşkımdı. Her duygunun hissettim sandığım doruğu, ona ulaşınca birden şaşırdı. Daha fazlasını hissedene dek, yaşadığınız duygu doruk olarak kalırdı. Oysa ona olan aşkımın gerçekten gelinebilecek son nokta olduğunu, bir üstünün uçurum olduğunu, o uçurumda yatan binlece ruh olduğunu anca anca fark ediyordum..

Ağlamıştı karşımda, sevdiği kadının başka birini sevme ihtimalinden dolayı. Bu düşünceye güldüm. Öyle bir güldüm ki, tartının üzerine çıktığımda fark ettiğim, verdiğim 9 kilo dalga geçti benimle. 'Eski haline mi dönüyorsun ne?' Hayır dedim kesin bir dille. Ben o Ali'yi öldürdüm, kardeşim ve vicdanımla beraber.. O Ali'nin küllerinden sadece bir aşk doğdu. Sonu, başı olmayan, içi acı dolu bir aşk.

Bu düşünceye öyle bir güldüm ki kollarımdaki adam, çıktı aniden koynumdan. Ah sevgilim, ne yapıp edip beni mahvetmeyi başarıyorsun. Keşke seni seveceğime.. O bıçak darbesiyle ben de ölseydim.

"Neye gülüyorsun?" dedi bana dönerken. Aptal gibi, bağırarak gülüyordum. Kahkahalarım nefesimi kesene dek devam ettim. Yüzüm gülmekten kızarmıştı. Bunun bir haykırış olduğunu sevgilim, ölsem anlamazsın.

Biraz durulduktan sonra yüzüne baktım. "Aşık olduğun kadının.. Başkasını sevme ihtimalinden korkuyorsun.." aralarda gülmekten kendimi alamıyordum. Sevgilim, keşke şu kafamın içindekilere ayna tutabilsem sana. Öyle bir boşluktayım ki şuanda, ah sevgilim, keşke derdimi anlatabilsem sana..

Kaşlarını çattı, sinirlenmişti. "Bunda komik olan ne?" dedi dili. Tekrar güldüm. Deminkinden daha sakindi. Ağzımı araladım. "Komik olan, bu korkak adamın sırılsıklam aşık olduğum, uğruna varımı yoğumu sereceğim adam olması."

Durdu. Ben de durdum. Tanrım, o urgan yatağın altından çıkıp bana mı bakıyor, yoksa deliriyor muyum? Ne olur birincisi olsun.

Kafasını iki yana salladı. "Beni anlarsın sanmıştım.." dedi boğuk sesiyle. Arada burnunu çekiyordu. Tekrar konuşmaya başladım. "Seni anlayamam. Çünkü ben seni tanıdığımda sen zaten onu seviyordun.. Ben hiç onu sevmenden korkmadım, nasıl anlayabilirim ki? Ben hep ona gitmeni istedim, o sana gelsin istedim. Siz sarılın istedim.. Neden peki? Ben aptal mıyım da aşık olduğum adamın başkasına gitmesini isteyeyim?" derken suratına bakıyordum. Gözümden hala süzülürken yaşlarım, hafif çatılı kaşları ve kızarık gözleriyle bana bakıyordu.

Devam ettim. "Aptal değil, aşığım işte. Sen onunla mutlu olacaksan, benim acımın, mutluluğun karşısında boynu kıldan incedir. Benim ıstırabım bana ait dedim, sen mutlu ol istedim.."

Kafamı iki yana salladım, bilmem kaçıncı yaş gözümden akarken. Kulaklarım uğuldamaya başlamıştı, sanırım yine bayılacaktım.

"Üzgünüm sevgilim ama, senin onu sevdiğinden daha fazla seviyormuşum seni.. Tahmin etmiştim zaten, böyle bir aşk normal değil. Böyle bir aşkın sonu iyi değil.."

Elini tutup kalbimin üzerine bastırdım. Hareketlerim ilk defa bu kadar fevriydi. Durduramıyordum.

"İyi dinle beni Mert. Bu aşkın sonu ya uçurum, ya urgan.. Hangisinin olacağınaysa sen karar vereceksin."

Ne dediğimi bilmiyordum. Belki içimde biriktirdiklerimi, belki ona olan aşkımı, belki de herhangi bir şarkı söylüyordum. Gözlerim kararıyordu, bu kadar sevmek hastalıktan başka bir şey değildi.

Başım iyice dönmeye başladığında beni tuttuğunu hissettim. Beni koltukta sırt üstü yatırırken başımı dizlerinin üzerine aldı. Elini saçlarıma koydu ama katiyen okşamadı. Bir şeyler mırıldandı. "Haklısın, bunun sonu hiç iyi değil.."

Kendi aşkından mı, benimkinden mi bahsediyordu, bilmiyordum. Ama tek bildiğim haklı olduğuydu. Hastaydım. Ve günlük, bu hastalık kesinlikle ölümcüldü.

OlmayacakHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin