|0.9| market

61 8 0
                                        

"Gecenin bir saatinde beni varoş mahallenin tekine çağırıp gelmemen için umarım geçerli bir bahanen vardır. Bir de üstüne telefonlarımı açmıyorsun. Yarım saat içinde mesajıma geri dönmezsen yarın da şirkete gelmene gerek kalmayacak."

Bir sinirle telefonu arka cebine attığında üç adımlık marketin reyonlarında göz gezdiriyordu. Eline ilk gelen cips paketini alıp dolaptan iki kutu bira çıkardı. Tanrının bile unuttuğu bir mahalleye benzese de saat 03.30'a gelirken açık bir market bulabildiği için şanslıydı. Her halükarda uyuyamayacaktı, en azından minnacık fontta yazılmış uzun sözleşmeler okumak zorunda kalmayacaktı. Aldıklarını kasaya götürüp cüzdanındaki kartı uykuyla uyanıklık arasında gidip gelen çalışana uzattı. Yarım saat daha bekleyecekse en azından soğukta donmamak ya da arabada sıkılmamak için markette oturmaya karar verdi.

Bir yudum, iki yudum.. Bir kutu, iki kutu.. Saate baktığında daha 03.39'u gösteriyor olmasına gülüp kafasını geriye yasladı. Nihayet markete birinin girdiğini işitince sabırsızlıkla kafasını kaldırsa da gelen Müdür Jung değildi. Telefonunu çıkarıp bir kere daha aramayı denedi. Beklerken içmek için iki kutu bira alıp dönecekti ama demin giren adam yerine oturmuştu. Tek bakışta aynı yaşta oldukları belliydi.

"Kalkmayı düşünüyor musun? Orası benim yerim."

Son cümleyi söylerken elindekileri sertçe masaya koydu. Sesindeki gerici ifade çok barizdi ama çocuk pek oralı olmadı. Kafasını bile çevirmeden boğuk bir sesle cevapladı.

"Şuan ben oturduğuma göre pek senin yerin gibi durmuyor."

"Bir dakika öncesine kadar orada ben oturuyordum. Göt kadar market olduğu için oturacak başka yer yok. Senin kalkman en doğrusu olur."

"Bu zamana kadar buraya en az 500 kişi oturmuştur, ömründe bir kere olsun buraya oturan herkes gelip hak talep etseydi bu dünya ne hal alırdı?"

"Sana o sandalyenin üretildiği fabrikayı doğum gününde hediye edebilecek biriyim, cömertliğimle tanışmak istersen oradan kalkmakla başlayabilirsin."

Kendini övme fırsatı bulduğundan deminki sinirli ruh hali biraz yatışmıştı. Çocuk birden gözlerini fal taşı gibi açıp yerinden yavaşça kalktı. Anca Junhoe'yu ciddiye almaya başlamıştı.

"Vaaay, gerçekten mi?"

Junhoe sadece gözlerini kısıp kafasını aşağı yukarı sallamakla yetindi. Tek bir hamleyle her sıkıntıyı çözebildiği için kendiyle gurur duyan gülümsemesi yüzüne oturmuştu.

"Tabii ki, gelin oturun. Kusura bakmayın ayakta bıraktım sizi de."

"Gençlikte olur bazen böyle şeyler, yine de çabuk kavrayan birine benziyorsun."

"Diyeceğimi düşündün galiba?"

Çocuk yerine geri oturup deminki umursamaz yüz ifadesini geri takmıştı. Kendi birasından birkaç yudum alıp cebinden telefonu çıkardı.

"Ne yaptığını sanıyorsun?"

"Ne seninle ne de cömertliğinle tanışmaya niyetim yok, o yüzden defol."

Delirmemek için gösterdiği son sabır birikintileri de tükenen June pes edip marketten çıkacakken birden durdu. Bu yenilgiyi kabul etmek için hiçbir sebebi yoktu. Geri dönüp sırıtarak masaya oturdu. Gerçekten masaya oturdu. Mücadeleyi kazandığını düşünen çocuk birbirine girmiş saçlarını geri atıp doğruldu.

"Şuan yaptığın özel mülke zarar vermeye girer. Çalışan uykusundan önünü göremiyor diye ben de görmezlikten gelecek değilim."

"Az önce bu masayı satın aldım, istediğim gibi kullanabilirim. Benimle birlikte kullanmak istiyorsan oradan kalk. Çok istersen ayakta kalmak yerine masaya da oturabilirsin. Ben denedim çok rahat."

Masadaki çantasını yere koyan çocuk birasını da eline alıp bakışlarını dikleştirdi.

"Yeni rahat masanla sana mutluluklar dilerim. Ben sandalyemde gayet iyiyim."

"Alt tarafı benim oturmam gereken yerden kalkacaksın, neresi bu kadar zor?"

Çocuk telefonuna gelen mesaja bakıp aceleyle çantasını sırtına taktı. Ayağa kalkıp çıkacakken arkasına ateş fışkırtarak baktı.

"Al o sandalyeyi bir yerine monte et, ölene kadar senden başkası oturmasın."

the legacy // junbobWhere stories live. Discover now