Jungkook, sabah uyanır uyanmaz eline aldığı telefona baktı. Fakat yine her zaman ki umutsuzlukla yerine geri bıraktı.
Ne bir arayanı vardı, ne de soranı. Gerçi, onu aramasını istediği tek kişi, Jimin'den başkası da değildi.
Ama işte yine aramamıştı da, yazmamıştı da.Ondan tek bir haber bile alamamak Jungkook'u günden güne daha da deli ediyordu. Artık kendisini kaybetmişti, tüm benliğini. Bulmak ister miydi? Belki. Ama bunun bir tek Jimin'le olabileceğini düşünüyordu. Ya da, belki de buna inanıyordu, inanmak istiyordu.
Okula gitmiyor, artık dans bile etmiyordu. Jimin giderken bir çok şeyi de beraberinde götürmüştü.
Jungkook'un artık ne dans etmeye isteği kalmıştı, ne de yaşamaya.
Yatağının yanında ki komidinin çekmesinden çıkardığı siyah kaplı defteri ve de kalem alıp bir şeyler karalamaya başladı.
Resim yapmayı da çok severdi, yazı yazmayı da. Tabii o da Jimin'leyken. O yokken her şey sıfırdı sanki. Sanki Jungkook sıfırdan bir hayata başlamıştı. Daha doğrusu, başlayamamıştı. Biten bir hayat vardı, bu doğru. Ama başlayan bir hayat var mıydı, orası düşünülür.
Elinde ki deftere şöyle böyle bir şeyler yazdı, çizdi.
"Ben o gün sabaha kadar, güneşin doğmasını değil, seni bekledim. Ama yine gelmedin Kairos. Yine, yine, ve yine. Biliyor musun? Artık dansı bıraktım. Sen yoksan dansın ne anlamı var ki zaten? Sen ne zaman gelirsen, ben o zaman dans ve sen ile yeniden doğacağım. Şu an dizlerimde derman yok, evden, odamdan, ve hatta yatağımdan bile çıkamıyorum. İstemiyorum. İstemiyorum çünkü sen yoksun. Sen bir gelsen, bak ne güzel çiçek açacak bahçem. Ben her gün ölüyorum fakat, sen farklısın. Sana binlerce kez öleceğim."
Jungkook, derin bir nefes aldıktan sonra defterin kapağını kapattı ve aldığı yere geri koyarak, tekrar, belki yine bir ümitle telefonu eline aldı. Ve yine tekrar, büyük bir ümitsizlikle geri bıraktı.
Karnı acıkmıştı ama yemek bile yiyemiyordu. Yediği ne varsa anında çıkarıyordu. Midesi artık sırtına yapışmıştı.
(...)
Jungkook, çalan telefona heyecanla baktığında Taehyung'un aradığını görünce yüzü düşmüştü.
Taehyung Jungkook'u inatla o kadar çok arıyordu ki, Jungkook'ta bir o kadar inatla hiçbir aramasına cevap dahi vermiyordu.
Çünkü inatlaşmak şu hayatta nefret ettiği en birinci şeylerden birisiydi.
Ama şimdi öyle yapmayacaktı. Telefonu aldı, aramayı kabul etti ve kulağına götürdü.
"Efendim Tae?"
"Oh Tanrı'ya şükür. Öldün sandık Jeon. Nerelerdesin sen?"
"Evde."
"Evde mi? Siktir git, evde olsan defalarca gelip kapıyı yumruklamama rağmen açardın. İnatla çalan kapı sesinden-"
"Nefret ederim. Ve yine bir şeyden nefret ederim, inatla aranmaktan. Beni aramanı istemiyorum. Bu telefonu da bunu söylemek için açtım. Ölmedim, ama yaşıyorum da diyemem. Ayrıca, yine söylüyorum beni bir daha arama. Bırak ben nasıl yaşamak istiyorsam öyle yaşayayım."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
etoile polaire & jikook.
Literatura faktu✉&düz yazı. ✉not: ilk yazdığım fic'lerden birisi olduğu için buram buram acemilik kokan bir fic. yine de kaldırmaya kıyamadığım için bırakıyorum burada, o yüzden hatalarımı mazur görün lütfen.