Birkaç gündür aralıksız yağan kar durmuştu. Sokaklar sessiz ve boştu. Rüzgarın çıkardığı uğultu ve sürü köpeklerinin havlama sesleri boş sokakları dolduruyordu. Dağın yamaçlarına çöken sis bu şirin köyü baştan başa esir almış gibiydi. Beyaz örtünün kapladığı kiremit çatılardan sarkan buz saçakları nerdeyse bir insan boyu kadardı. Kerpiç evlerin bacalarından tüten dumanlar havayı sarıyordu. Üç gündür köy kahvesi kapalıydı. Durmadan yağan karda kahveye kimse gelmezdi, İbrahim bunu biliyordu. Karla kaplı olan yolları bu ayazda eline bir kürek alıp açacak kimse yoktu. Divanda oturmakta olan İbrahim, sakallarını sıvazlayarak sıkıntısını der gibi derin bir nefes aldı. Demir maşa ile sobayı karıştıran Zeliha, maşayı sobanın arkasında duran askıya astı ve yerdeki mindere dizleri üzerine oturdu. Sordu İbrahim'e:
"Bi derdin var senin belli İbrahim?"
İbrahim pencerenin perdesini kenarından hafifçe araladı ve başını o yöne çevirip dışarıya baktı. "Çocukları düşünürüm Zeliha. Tatil bitince çocuklar okula gidecek. İhtiyaçları olacak. Kahve üç gündür kapalı. Kazancımız beş on kuruştu, ondan da mahrum olduk."
"Öyle deme İbrahim Rabbim büyüktür. Biz helal kazanalım da varsın az olsun."
"Ben sizler için tasalanırım Zeliha, çok mal mülk değil derdim."
"Bilirim İbrahim, Allah seni başımızdan eksik etmesin."
***
İbrahim odun kesmek için avluya çıkacaktı. Kapı arkasında asılı olan yeşil renkli montunu giydi. Montu eski ve soluktu. Yıllardır kullanmaktan yıpranmış, rengi atmıştı. Odasına giderek sandığın üzerinde bulunan iğne ve ipliği getiren Zeliha, yıkadığı ve kuruması için sobanın önünde yer alan sandalyeye asmış olduğu oğlu Emirhan'ın mavi renkli önlüğünü eline aldı. Düğmesi kopmuştu, düğme dikecekti. Ellerini birbirine sürtüp üfleyerek odaya giren İbrahim oturduğu sandalyeyi sobaya iyice yaklaştırdı.
"Kova hazır Zeliha."
"Üşüdün mü İbrahim, çay doldurayım mı? Sıcak sıcak içersin."
"Geç oldu, sağ olasın Zeliha."
Önlüğün düğmesini diken Zeliha, önlüğü divana bırakarak kendi odasının sobasını yakmaya gitti. Kovayı sobaya yerleştirip, elindeki çırayı çakmakla tutuşturarak kovanın içine bıraktı. Kapı önüne çıkarak kucağına doldurduğu kırılmış odun parçalarını getirip, oturma odasının sobasına attı. Evinin iki göz odası vardı. Gündüzleri oturma odası olan odanın bir gözü, geceleri çocuklarının uyudukları oda oluyordu. Odanın bir gözü de onların odasıydı. Mutfak bölümü girişte bulunuyordu. Odasına gitmeden önce, yere sermiş olduğu yatakta uyuyan oğlu Emirhan'ın üzerindeki yorganı omuzlarına kadar çekti. Divanda uyuyan kızı Zeynep'in de açılan ayaklarını örterek; kapının kenarında bulunan anahtara basıp ışığı kapatarak kapıdan çıktı.
***
Askılıkta asılı mor renk hırkasını üzerine alarak odasından çıktı. Her zaman olduğu gibi ses çıkarmamaya çalışarak oturma odasına girdi. Çocukları uyuyordu. Sobanın kapağını yavaşça kaldırarak kovayı çıkarttı. Kovanın külünü avlu duvarının dibine boşalttı. Odunluğa girdi ve kovayı odunla doldurdu. Doldurduğu kova ile odaya döndü ve sobanın içine koyarak tutuşturduğu çırağla yaktı. Sobanın üzerindeki güğümü yokladığında suyunun az olduğunu gördü. Mutfağa geçti ve eline tas alarak bakraçtaki sudan güğümü doldurarak yanan sobanın üzerine koydu. Bir bakraçta yıkamış olduğu patatesleri közlenmesi için sobanın fırınına attı. Isınması için dilimlemiş olduğu ekmekleri sobanın üzerine koydu. Sofra bezini, odada yazılı yeşil renk kırmızı nakışlı kilimin üzerine serdi. Sofraya dolaptan çıkardığı kahvaltılıkları bir tepsi içinde getirerek bıraktı. Sobanın üzerinde ısıtmış olduğu ekmekleri teker teker alarak sofraya bırakırken, sıcak ekmeğin parmağını yakmasıyla parmaklarını birbirine sürterek üfledi. Peyniri dilimleyip, ekmeğe tereyağı sürdü. Odanın penceresinden yansıyan ışıkla yüzünü pencereye doğru döndü. Günlerce yüzünü göstermeyen güneş doğmuştu. Kapalı hava bir anda açmış, her yer aydınlanmıştı.