Bir haftadır bu evde yaşıyordu. Salonda eski bir kanepede uyuyordu. Yırtılmış, yamalı bir battaniye örtülüydü üzerinde. Kanepede kumaşı solmuş iki adet minderden birini yastık yapmıştı. Her gece gizlice ağlayarak uykuya dalıyordu. Bu kırmızı minder kaç defa gözyaşlarıyla ıslanmıştı. Yuvaya gitmek onu öylesine korkutmuştu ki, burada kalmayı çok istemişti. Şimdi bir tek hayali kalmıştı. Abisinin de bir an önce bu eve gelmesini istiyordu. Fakat bu hayalini anlatmaya korkuyordu. Abisini başka, onu başka yuvaya vereceklerdi. Yuvada kimsesiz kalacaklardı. Bu düşünce onu sessizliğe mahkum etmişti. Hep böyle susacak mıydı? Abisini özlerken, ona kavuşmayı beklerken. Anne ve babasının yokluğuna henüz alışamamışken buna bir de abisinin özlemi eklenmişti. Halbuki geçmişteki günleri ne kadar güzeldi. Yaz aylarının gelmesiyle erikler dallarını sarkıtırdı. Okul çıkışı abisiyle erik toplamak için koşarak bahçeye giderdi. Abisi erik ağacına tırmanarak kopardığı erikleri bir poşete doldururdu. O ise önlüğünün ceplerini erik ile doldururdu. Cepleri tıka basa dolup kocaman şişinceye kadar. Anneler ve babalar gününü hiç unutmazlardı. Kırdan bir demet kır papatyası toplar ve arkasına saklayarak annesine gelirlerdi. Papatyayı uzatarak kocaman sarılırlardı. İki kardeş bahar aylarında babasıyla birlikte kırlarda mantar toplardı. Babası onlara mor renkli plastik bir top almıştı. Yaz tatilinde abisiyle sokakta top oynardı. Yemek vakti annesi seslendiğinde önden o koşar arkasından abisi yarış ederek eve gelirlerdi. Abi kardeş hasretlik çekseler de o günlere, o günler geri gelmeyecekti.
Zeynep, Mustafa'yı sevmiş onu benimsemişti. Mustafa ona öz kızı gibi davranıyordu. Bu adamın yüreği sevgi ve şefkat doluydu. Zeynep'e evladı gibi sahip çıkmış, ona manevi baba olmuştu. Nurten'i, Mustafa amcasını sevdiği gibi sevememişti. Nurten ona kızıyor, onu azarlıyordu. Çocuk olduğunu düşünmeden, ev işlerinde fazla yükleniyordu. Nurten Teyzesinden çekinirken, Mustafa Amcasının yanında kendini rahat hissediyordu. Sabahları erken kalkıyor, kahvaltısını Mustafa Amcasıyla yapıyordu. Nurten, ona doyasıya yedirmiyor, masadan aç kalkıyordu. Çok sevip, yanından ayıramadığı bez bebeği ile masaya oturmasına izin vermiyordu. Mustafa, önce onu düşünüyordu. Zeynep'le kendi ekmeğini, peynirini paylaşıyordu.
Bugün de her gün gibi erkenden uyanmıştı. Mustafa gitmeden onunla birlikte kahvaltı yapacaktı. Kollarını açıp, gerinerek masaya geldi:
"Günaydın Mustafa Amca."
"Zeynep kızım günaydın. Bugün de erkencisin, uykunu alıyor musun?"
"Alıyorum Mustafa Amca."
"Elini yüzünü yıkayıp gel kahvaltımızı yapalım."
...
Zeynep'in ayağındaki terliklerin çıkardığı sesten rahatsız olan Mustafa o tarafa döndü. Lavabodan çıkarak terlikleri de ayağında getirmişti. Ayağına büyük gelen terlikler Mustafa'yı güldürdü. Niye güldüğü bilmese de Zeynep'te gülmüştü. Mustafa sandalyeyi çektiğinde, Zeynep terlikleri çıkartarak sandalyeye oturdu. Mustafa terlikleri tekrar lavaboya götürdü. Gelirken mutfaktan açık demli bir bardak çay getirdi,
"Afiyet olsun," diyerek masaya bıraktı.
"Terlikleri nereye götürdün Mustafa Amca?"
"Lavaboya bıraktım. Bu terliklerin ortalık yerde ne işi var diye Nurten Teyzen bize kızar," diyerek gülümsedi.
"Bana da hep kızıyor. Yemekleri çok az veriyor," suratını asarak dudaklarını sarkıttı.
Mustafa burnundan soludu, "Of Nurten of!" diyerek. Zeynep'in başını okşadı ve devam etti, "Benim de sen yaşlarda bir oğlum vardı. Adı Can'dı. Can gibiydi. Varlığı yaşam sebebiydi. Üç sene önce kaybettik onu..." Mustafa daha fazla devam edemedi. Onu kahreden bu acı yeniden alevlendi. Mustafa ve Nurten on üç yıl önce mutlu bir evlilik yapmıştı. Evliliklerinin üzerinden dört yıl geçmişti. Bir erkek çocuğu sahibi oldular. Çocuklarına Can ismini verdiler. Can evin neşesi olmuştu adeta. O küçük çocuk amansız bir hastalığa yakalanmıştı. Bütün çabalara rağmen kurtarılamamıştı.