Bahar ayları geride kalmış yaz gelmişti. Haziran ayının ikinci haftasıydı. Bugün okullar yaz tatiline giriyordu. Öğrencilerin karne günüydü. Karne günü her sabah erken kalkarak annesini uyandıran Zeynep için bugün anlamını yitirmişti artık. Ne Emirhan ne de Zeynep'in yüzü gülmüyordu. Karnelerini alır almaz paydos ziliyle kendilerini bekleyen babalarına koşardı iki kardeş. Önce Zeynep gösterirdi karnesini babasına, Emirhan onu beklerdi. Kardeşine öncelik verirdi. Babası "Aferin" diyerek onları yanağından öperdi. Eve varız varmaz ise ilk işleri karnelerini annelerine göstermek olurdu. "Aferin benim akıllı kızıma, oğluma" diyen anneleri de onları yanağından öperdi. Sonra da onlar için hazırlamış olduğu kurabiyelerden ikram ederdi.
Zeynep'i uyandıran Emirhan kardeşini alarak elini yüzünü yıkayıp, mutfağa geçti. Kahvaltıyı yapıp, hazırlanarak okula gideceklerdi. "Günaydın" diyerek yer sofrasına oturdular. Muhtarın karısı çaylarını doldurarak önlerine bırakırken, sırtlarını sıvazladı.
"Abi karnemizi artık kime göstereceğiz?"
"Bana gösterirsin kardeşim."
Muhtarın karısı onların konuşmalarına içlenerek baktı. "Muhtar emmine, bana gösterirsin güzel kızım." Emirhan ve Zeynep teşekkür ederek tebessüm ettiler.
Mutfağa giren muhtarın gelini çoğu zaman olduğu gibi yine aniden parladı : "Ana bu veletler ne zaman gidecek. Bulun şunlara yuvamı buluyorsunuz ne eyliyorsanız, akrabalarına falan haber edin."
Emirhan ve Zeynep üzüntüyle başını öne eğerken, muhtarın karısı parmağını dudağına götürerek sus işareti yaptı. Lakin muhtarın gelini dinlermi devam etti.
"Susmam ana. Yerleştiler buraya. Okullları var diye tutturdunuz okul da bitti. Gitsinler bir an önce."
Emirhan ayağa fırladı, kızgındı fakat ne söz edebilirdi, ne de karşılık verebilirdi. Sadece kardeşini alıp odasına gitti. Elinden gelen buydu. Önlüklerini giyip, çantalarını almış kapıdan çıkmak üzereyken muhtarın karısı onlardan önce açtı kapıyı.
"Gelin yavrularım," diyerek onları kollarının altına aldı. "Siz aldırmayın yengenize, o öyledir, huyu öyledir. Sakın ola onun laflarını dert etmeyin..." Muhtarın karısı hem onlarla kapıya yürüyor hem konuşuyordu. İki kardeşi kamyonete bindirerek okula yolcu eden muhtarın karısı, avluya girerek kapıyı kapattı. Tahta eski sandalyede oturmuş ayakkabı boyamakta olan muhtarın yanına giderek boş sandalyeye oturdu.
"Bey, çocuklara akrabalarından sahip çıkan oldu mu?"
Muhtar sıkıntılı bir nefes aldı: "Kimse istemedi hanım. Biz kendimize bakamıyoruz, nasıl bakalım elin çocuğuna dediler."
"Akraba olacaklar bir de. Hepsinin de hali vakti yerinde. Şuncağızların yiyeceği iki lokmayı mı çok gördüler!"
"Çocukları İstanbul'a yollayacağım hanım."
"İstanbula mı, kime bey?" Muhtarın karısı endişe içinde sordu. İstanbul uzak şehirdi. Orada yaşayan bir akrabaları yoktu. Olsaydı bahsederdi Zeliha diye düşündü.
"Çocuk Esirgeme Yurduna, orada askerlik arkadaşımın yeğeni çalışıyormuş, öğretmenlik yapıyor. Ona emanet edeceğim çocukları"
"Ne dersin sen muhtar? Emmi yok, dayı yok, eş dost yok. Ne edecek bu çocuklar? gariban kalır oralarda."
"Gelin, çocuklar geldi geleli surat asıyor, oğlanla arası bozuldu. Ha bire homurdanıp duruyor. Başka çıkar yol bulamadım. Bir kul çıkıpta çocuklara ben bakarım demedi."
"Demezler, olsaydı İbrahim'in malı mülkü sahip çıkmayan kalmazdı."
"Hadi biz bakalım desem yaşlandık hanım. Oğlanla gelin de yanımızda ne edelim ayrı eve mi çıkalım. Hal yol budur hanım." Muhtarın karısı sessizce başını salladı.