Tusks - Toronto
*
Sanki büyük, görünmez bir çıkmazın kapısı aralanmıştı. İçeriye sinsice dökülüp umumi atmosferi tırmalayan ruhani bir ürperti gibi bedenimi arşınlıyordu. Tepemdeki gök kubbe çevremde şekil değiştirerek boyumdan büyük duvarlar oluşturuyor, etrafımda duran duvarlar afallayışımı taviz bilir gibi üzerime doğru adımlayıp beni köşeye sıkıştırıyordu. Sanki büyük, görünmez ve üstünden atlayamayacağım kadar dikenliydi o duvarlar. Eylemsizlik yoruluşu yardımıma koşar mıydı bilmiyorum ama durup bana doğru gelmesini beklemekten başka bir şey yapamıyordum. Duruyor ve önümde oluşan kümelerce duvarın etrafımı sarışını izliyordum. Adım atmak geriye dönmekten daha zordu ve geriye dönmek ihtimali aslında masaya hiç yatırılmamıştı. Hatta masa alınmış, camdan atılmış; kırılan parçaları bin olup etrafa dağılmıştı. O parçaların tozu dumanı gırtlağıma yapışmış bütün bu olanların sorumlusu benmişimcesine hesap soruyordu.
Zamanın veya mekanın hiç oluşu saniyelere bakıyordu. Nabzımın bile yavaşladığına yemin edeceğim bir donukluk etrafımdaki atmosfere yön veriyor, her şey biri sanki parmaklarıyla zamanın ipini tutuyor gibi yavaşlıyordu. Her şey yavaşlamıştı ve emin olduğum tek şey kaçtığımız felaketlerin birer tren vagonuymuşcasına peş peşe geliyor oluşuydu.
Ahizedeki hızlı hızlı alınıp verilen soluk alışveriş sesleri zihnimin gerisinde yankılanırken düşünemiyordum. Sanki algı olayı fenomendi. Zihnim saniyeler içinde boşalmıştı. Ne düşüneceğime veya sıradaki hamlemin ne olacağına ben karar vermiyordum. Son derece hızlı gelişen bir tutumla zihnimi ele geçiren düşünce silsilesi aslında algımı teğet geçiyor ve ben sanki bu anı varla yok arasında yaşıyordum.
''Jungkook...''
Karşı hattaki ses nefes nefese konuştu. Soluk alışverişleri öyle yoğun bir tempodaydı ki bir an için doğru işitip işitmediğim konusunda emin olamadım.
Ne diyeceğimi bilmiyordum. Bir süre konuşma kabiliyetimi yitirdim ve o sırada karşı hatta hışırtılar ve patırtılar; ve eş zamanlı olarak hızlı alınıp verilen soluk alışveriş sesleri hüküm sürdü. Bunun sonsuza kadar süreceğini düşündüm. Orada öylece olup bitene seyirciyken bunun gerçekten sonsuza kadar süreceğini düşündüm.
''Jungkook? Cevap ver, lütfen.''
Şok, bir buz kütlesi gibi yavaş yavaş tüm bedenimden çözülmüştü. Uyarılan her bir hücrem içimdeki tehlike çanlarına var gücüyle asılırken zihnimdeki o uyuşukluk bir anda şekil değiştirerek bir akrebe dönüşmüştü. O akrep kuyruğunu zihnime saplamış zehrini aşılarken içinde bulunduğum bu gaz kütlesi dalga dalga kulaklarımdan geçip netleşivermiş ve ben tam o an konuşabilmiştim.
''S-Sen...'' Dudaklarımı turlayan sesli harfler sanki ilk kez soluğumla buluşur gibi pürüzlü bir harmoni havada asılı kalmış, kekelerken sahiden kabiliyetimi yitirdim sanmıştım, ''Sen- Nasıl?''
Cevap vermedi. Ya da veremedi bilmiyorum. Fakat bu detaya takılamayacak kadar büyük bir şoktaydım ve etkisinden çıkmak epey vaktimi almıştı. Karşı hattan işittiğim o patırtıların adım sesleri olduğundan şüphem yoktu artık. Koşuyordu. Peki ama neden koşuyordu?
''Anlatmam gereken şeyler var.''
Nefes nefese bir kez daha konuştu. Öyle büyük bir endişeye kapılmıştım ki şimdi dedikleri dikkatimi bile çekmiyordu. Hoseok neredeydi ve neler oluyordu?
''Neler oluyor?''
Bir süre nefes alışverişlerini dinlemiştim. ''Sana anlatmam gereken çok şey var. Ama buna fırsatım olmayabilir.'' demişti yeniden konuştuğunda, ''Taehyung ile konuş. Sana anlatacaktır. Bana güvenmen gerek, harekete geçecek.''
ŞİMDİ OKUDUĞUN
grindhouse // taekook
FanfictionBana nefesini ver, kalbimden kalbine sonsuz adımlar atayım. Bitmeyecek gecelerimize bir kadeh kaldıralım ve gülerek, severek, birbirimizi parçalarcasına sevişelim. Diz kapaklarını ellerimle tutup bacaklarını açayım; cennetine ürkek bir giriş, dudakl...