33

76.9K 4.5K 22.2K
                                    

Tusks - Toronto

*

Sanki büyük, görünmez bir çıkmazın kapısı aralanmıştı. İçeriye  sinsice dökülüp umumi atmosferi tırmalayan ruhani bir ürperti gibi  bedenimi arşınlıyordu. Tepemdeki gök kubbe çevremde şekil değiştirerek  boyumdan büyük duvarlar oluşturuyor, etrafımda duran duvarlar  afallayışımı taviz bilir gibi üzerime doğru adımlayıp beni köşeye  sıkıştırıyordu. Sanki büyük, görünmez ve üstünden atlayamayacağım kadar  dikenliydi o duvarlar. Eylemsizlik yoruluşu yardımıma koşar mıydı  bilmiyorum ama durup bana doğru gelmesini beklemekten başka bir şey  yapamıyordum. Duruyor ve önümde oluşan kümelerce duvarın etrafımı  sarışını izliyordum. Adım atmak geriye dönmekten daha zordu ve geriye  dönmek ihtimali aslında masaya hiç yatırılmamıştı. Hatta masa alınmış,  camdan atılmış; kırılan parçaları bin olup etrafa dağılmıştı. O  parçaların tozu dumanı gırtlağıma yapışmış bütün bu olanların sorumlusu  benmişimcesine hesap soruyordu.

Zamanın veya mekanın hiç oluşu saniyelere bakıyordu. Nabzımın bile  yavaşladığına yemin edeceğim bir donukluk etrafımdaki atmosfere yön  veriyor, her şey biri sanki parmaklarıyla zamanın ipini tutuyor gibi  yavaşlıyordu. Her şey yavaşlamıştı ve emin olduğum tek şey kaçtığımız  felaketlerin birer tren vagonuymuşcasına peş peşe geliyor oluşuydu.

Ahizedeki hızlı hızlı alınıp verilen soluk alışveriş sesleri zihnimin  gerisinde yankılanırken düşünemiyordum. Sanki algı olayı fenomendi.  Zihnim saniyeler içinde boşalmıştı. Ne düşüneceğime veya sıradaki  hamlemin ne olacağına ben karar vermiyordum. Son derece hızlı gelişen  bir tutumla zihnimi ele geçiren düşünce silsilesi aslında algımı teğet  geçiyor ve ben sanki bu anı varla yok arasında yaşıyordum.

''Jungkook...''

Karşı hattaki ses nefes nefese konuştu. Soluk alışverişleri öyle  yoğun bir tempodaydı ki bir an için doğru işitip işitmediğim konusunda  emin olamadım.

Ne diyeceğimi bilmiyordum. Bir süre konuşma kabiliyetimi yitirdim ve o  sırada karşı hatta hışırtılar ve patırtılar; ve eş zamanlı olarak hızlı  alınıp verilen soluk alışveriş sesleri hüküm sürdü. Bunun sonsuza kadar  süreceğini düşündüm. Orada öylece olup bitene seyirciyken bunun  gerçekten sonsuza kadar süreceğini düşündüm.

''Jungkook? Cevap ver, lütfen.''

Şok, bir buz kütlesi   gibi yavaş yavaş tüm bedenimden çözülmüştü.  Uyarılan her bir hücrem içimdeki tehlike çanlarına var   gücüyle  asılırken zihnimdeki o uyuşukluk bir anda şekil değiştirerek bir    akrebe dönüşmüştü. O akrep kuyruğunu zihnime saplamış zehrini aşılarken  içinde  bulunduğum bu gaz kütlesi dalga dalga kulaklarımdan geçip   netleşivermiş ve ben tam o an konuşabilmiştim.

''S-Sen...'' Dudaklarımı turlayan sesli harfler sanki ilk kez  soluğumla buluşur gibi pürüzlü bir harmoni havada asılı kalmış,  kekelerken sahiden kabiliyetimi yitirdim sanmıştım, ''Sen- Nasıl?''

Cevap vermedi. Ya da veremedi bilmiyorum. Fakat bu detaya  takılamayacak kadar büyük bir şoktaydım ve etkisinden çıkmak epey  vaktimi almıştı. Karşı hattan işittiğim o patırtıların adım sesleri  olduğundan şüphem yoktu artık. Koşuyordu. Peki ama neden koşuyordu?

''Anlatmam gereken şeyler var.''

Nefes nefese bir kez daha konuştu. Öyle büyük bir endişeye  kapılmıştım ki şimdi dedikleri dikkatimi bile çekmiyordu. Hoseok  neredeydi ve neler oluyordu?

''Neler oluyor?''

Bir süre nefes alışverişlerini dinlemiştim. ''Sana anlatmam gereken çok şey var. Ama buna fırsatım olmayabilir.''  demişti yeniden konuştuğunda, ''Taehyung ile konuş. Sana anlatacaktır.  Bana güvenmen gerek, harekete geçecek.''

grindhouse // taekookHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin