🥊İntikam & Oda Sıcaklığı🥊

33 4 0
                                    

Üst dudağımın ucu tutkunun ateşiyle alev alev yanarken son hızda onun üst dudağına değdi. O anda hiç beklenmediğim bir elektrik akımıyla karşı karşıya kaldım. Bu durumdan aşırı zevk alan alt dudağım da hiç zaman kaybetmeden harekete geçip yerini aldı. O tatlı nefesindeki meltemi andıran egzotik tatlar eşliğinde ilk dokunuşu çoktan tamamlamıştık. Ağır ağır ilerlerken diğer elim de hiç vakit kaybetmeden sıcacık ipeksi yanağındaki o gizli yerin keşfine çıktı. Kendimi hiç  yaşamadığım kadar coşkulu hissediyordum. Ve kendimi bir türlü de durduramıyordum. Damarlarımda adranalin sanki saatte beş yüz kilometre hızla ilerliyordu. O da yetmezmiş gibi vücudumda kan yerine lavlar dolaşıyormuş gibi hissediyordum. O tatlı gamzesinin etrafında parmağımı yavaş yavaş dolaşırtırırken ipeksi bembeyaz teni yüzünden her saniye kendimden daha çok geçiyordum. Kalp atışlarımın hızını hiç saymıyordum bile. Tüm vücut analizlerim bir anda alt üst olmuştu ve elimden hiç bir şey de gelmiyordu. Ben tam bu düşüncelerimle hararetli bir şekilde  boğuşurken yanağımda şiddetli bir yanma hissetmem ile beraberinde kendime geldiğimde gözlerim fal taşı gibi bir anda açıldı. Kaşlarım aniden çatılıp "Portakal kafa sen ne yaptığını sanıyorsun? Delirdin mi?" diye sinirle ona bağırdığımda elimle sızlayan  yanağımı tuttum. "Asıl sen yaptığını sanıyorsun?" diye hızla geri çemkirdi. "Ben ne yaptığımı gayet iyi biliyorum! En azından ruh halim senin gibi her an değişmiyor!" dedim kendimden emin bir şekilde karşı çıkarak. O da sinirden olduğu yerde köpürüp "Pis sapık! Sen, beni nasıl izin almadan öpersin?" diyerek tek ayağını yere vurdu. İçimden şeytani bir kahkaha patlatırken "Bu sinirin sırf izin almadığım için miydi? İzin alsam hiç sorun olmayacak demek..." dediğimde sinsi bir şekilde sırıtıyordum. Elimi de tekrardan aynalı duvara yaslayıp Portakal Kafa'nın cevabının ne olacağını çok merakla bekliyordum . Gözlerim ise yine bana ihanet ederek "Lanetli Su Yeşilimsileri" ile transa geçmekte hiç bir saniye bile kaybetmemişti tâbi. Başıma ne geliyorsa zaten onların başından geliyordu. Beni kendilerine masumca çekip sonrasında tüm oyunlarını ardı ardına oynuyorlardı. Ve ben bu oyunları bir türlü engellemiyordum. Derin bir nefes alırken "Hayır!" diye bağırdı. Bakışları saniyeler içinde  değişip "Hem sen kim oluyorsun da önce dans ettiğim adamı dövüp sonra beni öpüyorsun?! Kim..." deyince saç tellerim bile sinirden aynı kaktüs dikenleri gibi dikilmişti. Dişlerimi sıkarak "Şimdi de dövdüğüm adam için mi hesap soruyorsun Portakal Kafa? O dans ettiğin kimdi biliyor musun? Söyle bana!!!" dedim onu daha da kenara kıstırarak. Bana o ultra bakımlı çatık kaşlarıyla bakıp "Nerden bileyim... kim? Tanışmama... izin vermedin ki..." dedi kızgın bir şekilde. Alnına işaret parmağımı dayayıp "O koruduğun çam kozalağı tipli sapık müsveddesi her bulduğu kızı hiç düşünmeden yatağa atıp sonra da bir mendil gibi çöpe atan ve videolarını da çeken serseriden başka bir şey değil!!!" diye sinirli bir şekilde yüzüne doğru bağırarak açıkladım. Su Yeşilimsileri   bir anda gölden çıkıp okyanus hâlini aldı. Sessiz bir şekilde yutkunarak "Sen...nerden... biliyorsun?" diye sorunca kendini ele vermemek istesede korktuğu sesinden net bir şekilde belli oluyordu. "Onu burda tanımayan yok. Zengin bir herifin oğlu. Eh zengin olunca da bir şekilde paçayı kurtarıyor. Dua et ki bir sonraki kurbanı sen olmadın!" dedim kendimden emin bir ses tonumla yanıtlayarak. Okyanusları taşıp "Sırf beni korkutmak için söylüyorsun!!! Yalancı Yumruk Surat!" dedi iki minik eliyle birden gücünün yettiğince göğsümden itekleyerek. Tek kaşımı sinirli bir şekilde kaldırırken "Demek ben yalancıyım? Hiç durma git o zaman içerdeki barmene sor! Yalan mı doğru mu söylüyorum gör!" deyip kolumu duvardan çekerek ona gidebilmesi için yol açtım. Aslında yalan söylüyordum. Adamı ilk kez görmüştüm. Fakat altta kalmaya hiç niyetim yoktu. Sinirle nefes alıp verirken olduğu yerde kalmaya devam etti. Yüzündeki çillerin sayısı artıp, giderek belirgin hâle gelirken Su Yeşilimsiler'inde de büyük dalgalanmalar oluşuyordu. O hırçın, coşkulu dalgalarında sörf yapasım geliyordu. Öylece birbirimize bakıp donup kalmışken, ne o ne de ben hareket edebiliyordum. Sanki birileri gelmiş ayaklarımızı zamkla yere yapıştırmıştı. Sessiz bir kaç saniyenin ardından tuvalet kapılarından biri açıldı ve transımız o anda bozuldu. Angel bana kötü bir bakış daha atıp topuklu ayakkabılarını yere vurarak yanımdan ayrıldığında "Ya sabır..." çekerek aramızda belli bir mesafe bırakarak arkasından takip ettim. Eteği, adımlarının sertliğinden dolayı daha çok açılıyordu ve hiç dikkat etmiyordu. Etrafrataki magandalar da gözlerini dikmiş ona bakıyorlardı. Bu durum beni de iyice çıldırtıyordu. Burnumdan derin nefes alıp sakince  ağzımdan vermeye çalışsam da pek başarılı olamıyordum. Olamazdım da zaten. Önümdeki görüntü yüzünden katil dâhi olabilirdim. Aramızdaki mesafeyi tamamen kapatıp elimi beline koyup en azından arka manzarayı magandaların görmesini  engellendiğimde kafasını çevirip dişlerini sıkarak bana sinirli bir bakış attı. Ben de kaşlarımı çatarak ona yürümeye devam etmesi için işaret verdim. Ve yine inatçılığı tutmaması için de içimden imkansız bir dua etmeye başladım. Çünkü bu kız bir deliydi. Ne zaman ne yapacağı hiç belli değildi. Dudaklarını sinirli bir şekilde oynatarak "SENDEN. NEFRET. EDİYORUM!" dediğinde kulağına doğru eğilip "Duygularımız pek karşılıklı değil güzelim..." diyerek sırıttım ve onu belinden itekleyerek bizimkilerin yanına doğru hareket ettirdim. Homurdana homurdana ayaklarını sürüdüğünde içimdeki minik şeytanlar şen kahkahalar atıyorlardı. Masamıza doğru yaklaştığımızda ise bizimkilerin yerlerine çoktan oturmuş, keyifle içkilerini yudumluyor olduğunu gördüm. Etraf sakinleştiği için biraz olsun rahatlamıştım. Lanetli Su Yeşilimsiler ile yaşadığım onca şeyin üstüne bir de onlar ile hiç ama hiç  uğraşamazdım doğrusu. Kanepeye oturana kadar da Portakal Kafa'nın belinden elimi hiç çekmemeye gayret ettim. Zaten pek de rahatsız olmuş gibi gözükmüyordu. Sadece sinirden homur homur homurdanıyordu. Eh sonuçta bu da bir şeydi. Ahmet oturduğumuz gibi yarım kalan biramı bana pasladı ve sinsice göz kırptı. Başımı iki yana sallayıp hemem yarım kalan biramı kafama diktim. Soğukluğu biraz geçse de çok iyi gelmişti doğrusu. Angel ise ters bakışlarını üstümde lazer ışınları gibi gezdirmeye devam ediyordu. Biraz daha gezdirirse iç organlarımı delip gerçeğinden şüphe ediyordum. Onu fazla umursamamaya karar verip dirseğimi kanepenin üst kısmına dayadım ve etrafıma bakınmaya başladım. Millet dans ederken kendini gecenin eğlencesine kaptırıp gitmişti. Benim de biraz gevşeyip eğlenmeye ihtiyacım vardı. Fakat çok yorulmuştum. Garson kız içkilerimizi yenilemek için gelince hemen boşları bir çırpıda toplayıp çerezler ile birlikte yenilerini masaya bıraktı. En sevdiğim kaju dolu tabağa hemen uzandığımda manikürlü bir el aynı anda elimin yanında belirdi. Elin sahibini bildiğim için tabağı onun önüne doğru çektim. Su Yeşilimsiler derhal şaşkın bir şekilde atağa kalktılar. Barın loş ışıkları altında nefis bir görüntü oluşturuyorlardı. Su Yeşilimsiler'in içinde sanki minik su perileri dans ediyorlardı. Âdeta tablo gibiydi. İzlenmeye doyulmayacak bir tablo. Hiç konuşmasak saatlerce hattâ günlerce izleyebilirdim. Fakat ağzını açtığı anda tüm büyü bozuluyordu. Ve o güzelim araba bir anda balkabağına dönüşüveriyordu. Tuhaf bir şekilde gözlerini hiç kırpmadan bakarken "Bana niye öyle bakıyorsun?" diye sormadan edemedim. Kafasını yan yatırıp tek kaşını da kaldırarak "Seni çözmeye çalışıyorum." dediğinde ses tonu analiz yapan birini andırıyordu. "Beni niye çözmeye çalışıyosun ki Portakal Kafa? Ben çengel bulmaca mıyım?" dedim sinsice sırıtarak biramdan bir yudum alarak. O Su Yeşilimsiler' ini devirirken ben de çok eğleniyordum. Kafasını iki yana sallayıp iç çekerek "Bir bakıyorum çok iyi, düşünceli birisi oluyorsun ama sonra tekrar aynı dağ adamı  Demirhan'a geri dönüyorsun. Nasıl birisin sen?" dedi vereceğim yanıtı merakla bekliyordu. Gözlerimi ondan alarak sahneye doğru çevirdiğimde "Bildiğin aynı Demirhan'ım işte. Farklı biri değilim. Ayrıntılara fazla takılma Portakal Kafa. Sen eğlenmene bak." diyerek lafı geçiştirdim ve sol ayağım ile ritim tutmaya başladım. Biraz daha sessiz bir şekilde gözlerimin içine baktıktan sonra yenilenen meyve kokteylinden bir yudum aldı. Müzik bangır bangır devam ederken Ufaklık eniştemle, Ahmet de Sevcan ile fısıldaşıyorlardı. Utku, Alex ve Melis de müziğin ritmiyle oturdukları yerde dans ediyorlardı. Kısaca herkes mutluydu ve eğleniyordu. Tüm gün olanlara rağmen benim de keyfim yerindeydi. "Ayyy inanmıyorum" diye bir çığlık kopmasıyla beraberinde başımı yan tarafa çevirdim. Başımı çevirmemle birlikte tek kaşımı imâlı bir şekilde kaldırmam bir oldu. "Betül senin burda ne işin var?" diye sorduğumda kafamın içinde aniden bir ampül de yanıverdi. Ağzı bir karış açık gülümseyerek "Biz de arkadaşlar ile çıkıp biraz eğlenelim dedik de. Kendimizi hemen buraya attık. Tesadüfe bak ki sen de burdasın..." dediğinde düpedüz yalan söylediği ortadaydı. Kimbilir kimden benim burada olduğumu haber almıştı da hemen buraya gelmişti. Ben bunu yemezdim, fakat "Güzel bir tesadüf olmuş. Oturup bir şeyler içsenize" dedim. Konuşmamı fırsat bilen Betül ve yandaşları âdeta uçarak hemen karşımızdaki boş sandalyelerdeki yerlerini aldılar. Portakal Kafa yanımda huzursuz bir şekilde hareket edip homurdanınca "Bir şey mi oldu Angel?" diye sordum. Gözleri ateş saçsa da "Yok bir şey!" dedi düz bir şekilde fakat içinde sinirli bir ses tonu gizliydi. "Sizi bu masaya kim davet etti acaba? Sanki babanızın malı gibi oturdunuz!" diye Ufaklık kızgın bir şekilde araya girince "Sana gelmedik canım. Demirhan ile konuşuyoruz biz. Hem sen yanındaki adamla ilgilen. Zor buldun zaten kaçırma şimdi..." diyerek her zamanki çirkef yanını ortaya çıkardı Betül. Kaşları çatılan Ufaklık ayağa kalkıp ellerini masaya vurarak "Ama ne yazık ki Demirhan bizim masamızda! O kol çantalarını alıp masadan kalkar mısın? Yoksa ben kaldırayım mı? Seçim senin! Bak çok demokratik anıma denk geldin. Fırsatı kaçırma derim!" dediğinde sinirli bir ses tonuyla Atom Öz'ün patlamasına çok az kalmıştı. "Kalkmıyoruz! Ne yapacaksın bayan dört göz?" deyip daha çok ileri gitmesiyle savaş baltaları ortaya çıkmıştı artık. Savaş davullarından da "Tam tam" sesleri de yükselmeye başlamıştı. Yanımdan ne ara fırlayıp da Betül'ün yanına gittiğini anlamadığım Angel "İşte bunu yaparız canım!" diyerek elindeki buz gibi meyve koktelylini kafasından aşağıya boşalttığında bizimkilerin "Aaa" sesleri ve Betül ile yandaşlarının çığlıkları arasında donup kaldım. Gülsem mi şaşırsam mı bir türlü karar veremiyordum ne tepki vereceğime. Ağzı bir karış açık vaziyette "Ne yaptığını sanıyorsun sen yaaa? Kim olduğumu biliyor musun?" diyerek bağıran Betül de ayağa fırlamıştı."Kim olduğun hiç önemli değil! Bir daha arkadaşlarımla bu şekilde konuşursan daha kötü yaparım seni! Anladın mı beni?" dedi parmağını yüzüne doğru sallayarak. "Delisin sen!" dediğinde Betül'ün gözleri büyüdü. Angel'ın gözlerinin içinde ise âdeta fırtına kopuyordu. Şimşekler çakıyor, gökler gürlüyor hattâ göz bebeklerinin içine dikkatli bakarsanız hortum oluştuğunu bile görebilirdiniz. Bu korkutucu ifadenin içinde kırılgan birinin olduğuna inanmak da çok zordu. "Evet deliyim ben! O yüzden uzak dur! Yoksa olacaklardan hiç sorumlu olmam!!!" dedi kızgın ve kararlı bir ses tonuyla beni dâhi korkuttuğunu itiraf etmeliydim. "Şu halime bak ya... Kızıl kafa beni ne duruma düşürdü... Bunu ona ödeteceğim. Göreceksiniz. Kimse imajıma böyle leke süremez..." diye süslü iki yandaşına ağlaşıp tehditler savururken "Sen imajından önce üstündeki lekeleri bir hallet istersen canım. Bu leke elbisesinden kolay kolay çıkmaz gibi görünüyor. Benden söylemesi" dediğinde aynı sinsi bir sırtlan gibi sırıtıyordu. Betül ağlayarak masadan uzaklaşırken Ufaklık ve Angel beşlik çakıp kahkaha atıyorlardı. Biz de şaşkınca onları izliyorduk. Allah'ım tam intikam alacak iken Portakal Kafa beni yine ters köşe yapmayı başarmıştı. Tamam Betül'ü kullanmaya kalkmam da saçma bir fikirdi. Fakat fazla seçeneğim de zamanım da yok denecek azdı. Ne yapmam gerektiğini de bilmiyordum açıkçası. Angel ile Ufaklık eğlenirken, eniştem ve ben "Şuanda ne oldu?" der gibi birbimize şaşkınlıkla bakıyorduk. Ne geceydi ama hattâ ne gündü dedikçe de arkası iplik söküğü gibi gelmeye devam ediyordu. Garsona işaret verip içkileri tekrardan tazelemesini istediğimde o an için en doğru kararı verdiğimi düşünüyordum. Fakat kaç tane içtiğimi bilmiyordum. Gelenler geldikçe de biraya sarılıyordum. Kendimi şuana hiç bu kadar zayıf hissetmemiştim. Ve tüm sorunların çaresi içki değildi elbet. Benimki sadece şuanlık kafa dağıtmaktı. İki zır deli de yerlerine oturmadan çalan hareketli müziğin ritmiyle çılgınca dans etmeye başlamışlardı. İçkiler tekrar gelince onlara masaya geri gelmeleri işaret çaktım. İkisi kadeh kaldırılıp "Betül'ü mat etmenin şerefine. Uzun zamandır bu anı bekliyordum. Ellerine sağlık Angel 'ım." dediğinde sırıtarak Ufaklık "Benim için büyük zevkti Öz'cüm." deyip güldü ve kadeh tokuşurdular. Bu kızlardan korkulurdu. Biz erkekler bir saat boyunca ağız burun kırarken onlar bir bardak içkiyi rakiplerinin üstlerine döküp zafer kazanıyorlardı. Şayet Betül, Angel'ın rakibi değil tırnağı dâhi olamazdı. Kızlar kendi aralarında dans edip eğlenirken biz erkekler de yüksek müziğin içinde bir şekilde spor üzerine bir muhabbetin dibine vurmaya çalışıyorduk. Saatin kaç olduğunu anladığımızda ise kızlar iyice kendilerini dağıtmışlardı. Yalnız dağıtmışlardı derken bu durum dans veya eğlence yüzünden filan hiç değildi. Bizim olayı geç anlamış olmamızdan kaynaklanıyordu. Gelen alkolsüz kokteylerin aslında pek de alkolsüz olmadığını anlamıştık ama çok geç kalmıştık. Haydut ya da garson siparişleri karıştırmıştı. Ve şimdi bir gurup sarhoş kadın tarafından etrafımız fena hâlde sarılmıştı. Gece içerisinde bilmem kaçıncı kez çaresiz bir şekilde birbirimize bakarken "Öyle sarhoş olsam ki... Bir an seni unutsam... Unutsam bugünleri... Yarınları unutsam unutsam... Unutsam..." diye bağıra çağıra Ufaklık sarhoş bir vaziyette şarkı söylüyordu ve kendi etrafında diğerleri gibi dans ediyordu. Sonra "Yaaa ben niye Selaniklim'i unutuyorum ki!!! Kim istiyorsa o unutsun! Hattâ bir tek ben hatırlayım! Ne biçim bir şarkı buu!..." diyerek şarkıya bir anda atarlanıverdi. "Yürü be Mayaaa... Arkandayız kızım..." diye Sevcan da ona katılınca kol kola girip ani bir sarhoş atağıyla dış kapıya doğru yöneldiler. Tâbi Ahmet ile eniştem de arkalarından eşyaları alıp ışık hızında koştular. Utku da "Ben hesap işini hallediyorum. Çıkışta buluşuruz." deyip kasaya yönelince, Alex'e sarhoş bir Melis bana da sarhoş bir Portakal Kafa kalmıştı. Alex Melis'i bir şekilde idare etmeye çakışırken bende Portakal Kafa'yı kolundan tutup "Hadi Angel artık gidiyoruz. Eğlence bitti." dediğimde net bir şekilde "Hayırrrr... Daha ben dans edeceğim... Siz gidin..." dedi küçük bir çocuk gibi mızmızlanarak. O kendi halinde dans etmeye devam ederken başımı yukarı doğru kaldırıp "Allah 'ım ne olursun birazcık olsun bana yardımcı ol lütfen. Ben artık dayanamıyorum. Enerjim bitti, tükendim." dedim dua eder gibi ve bir elimle kolundan tutmaya devam edip diğer elimle de belinden tutarak çıkışa bir şekilde sürüklemeye başladım. Alex de çözümü Melis'i omuzuna atarak bulmuştu. Aslında çok güzel bir fikirdi. Abisi ve kuzeni yanımızda olmasa ben de aynısını yapardım fakat biraz rahat durmakta yarar vardı. Bir yandan da Portakal Kafa'nın "Benim dans etmem lazım yaaaa..." diye süren saçma itirazlarına da kulak tıkıyordum. Dışarıya zar zor çıktığımızda Ufaklık ile Sevcan tüm  saçmalıklarına tüm hızıyla kaldıkları yerden devam ediyorlardı. Angel kollarımdan aniden kurtularak "İşte kuzu kuzu geldim... Kapandım dizlerine... Bu kez gururumu aştım da geldim... İster at ister öp beni... " diye Tarkan şarkısını söylemeye başlayınca her şeye atılmak için fırsat kollayan bizim kızlar da ona katıldı. "Haydi sokakta halay çekelim kızlar... Yok yok Sirtaki yapalım eniştem ile aşkımın şerefine..." deyip Melis sarhoş kafayla ortaya çılgınca bir fikir atınca "Haydi!" diyerek Portakal Kafa'm da tüm Saraçlar Caddesini ayağa kaldıracak şekilde bağırdı ve halay ekibi kendi kendilerine söyledikleri Tarkan şarkısı eşliğinde halay ile Sirtaki arası karışık bir oyun oynamaya başladılar. Kızların sarhoş olması erkeklerden daha eğlenceli ve çılgınca görünüyordu. Utku da dışarı çıktığında beş erkek sokak ortasında  halay ile Sirtaki arası bu oyunu oynayan dört kızı şaşkınlık içinde izliyorduk. Angel ve Ufaklık birden halaydan ile Sirtaki karışımı oyunun içinden çıkıp Semazenler gibi dönmeye başladılar. Ortamımız her saniye tuhaflaştıkça tuhaflaşıyordu. Eniştem "Bal gözlüm fazla dönmesen iyi olur." diyerek biraz telâşlandı. Ufaklık'ın ise hiç umrunda değildi. Bir kaç saniye sonra "Dünya çok hızlı mı dönüyor bana mı öyle geliyor?" diye Ufaklık kahkaha atarak yorum yapınca "Öz'üm ben sana demedim mi? Dur artık lütfen." deyip hemen yanına koştu ve belinden tuttuğu gibi kucakladı. Ahmet Sevcan'ı, Alex de Melis'i bir şekilde zapt etmeye çakışırken Portakal Kafa döne döne bana doğru gelip birden boynuma atılınca "Angel ne yapıyorsun?" dedim şaşkınlıkla göz bebeklerim ay kadar  büyümüştü herhalde. Yumuşacık elini yanağıma koyup "Demi bir şey yapmıyorum... Sadece eğleniyorum. Hadi gel birlikte eğlenelim" dedi daha bir kaç saat önce sinirle vurduğu yeri nazikçe okşayarak. Gözlerimi kıpıştırıp doğru mu duyuyorum ve görüyorum diye bir süre bekledim. "Offf Demi çok sıkıcısın hadi dans etsene..." deyip yanaklarımı sıkıştırdı ve elimden tutup tekrar dans etmeye başladı. Ben elektrik direği gibi dururken o "Lay...lay...lay..." diye hiç duymadığım ve anlamadığım bir şarkı da mırıldanıyordu. Sanki kendimi bir çizgi film içindeymişim gibi hissediyordum. Şuan etraftan biri geçse hiç düşünmeden bizi en yakın  tımarhaneye göndereceğinden de emindim. Kesinlikle abartmıyordum. Çılgın bir kaos tablosu andırıyorduk. Ahmet Sevcan'ı kucağına almaya çalışırken Alex de gülerek kaçan Melis'i kovalıyordu. Eniştem de Ufaklık'ın enerjisiyle başa çıkmak için elinden ne geliyorsa onu yapıyordu. Zavallı eniştemin de bugün benim gibi perti çıkmıştı. Bitmek bilmeyen bir gün için etrafımızdakiler fazla enerji doluydu. Ve gün bitmemek için âdeta ant içmişti. Portakal Kafa etrafında dönmeye devam ederken "Demirhan o durmayacak! Kucağına al yoksa sabaha kadar burda nöbet tutarız." dediğinde Alex'in sesi bıkkın çıkmıştı. Eh benden günah gitmişti. Sonuçta emir büyük yerdendi. Angel'ı tek hamlede kucakladığıma aldığımda "Heyyy... Ne yapı..yor...sun...ya? Bırak beni.." diye çığlık atmasını dâhi duymamazlıktan gelmiştim. "Mağara adamları bizi kaçırıyor kızlar..." diyerek Sevcan cilveli bir şekilde kıkırdarken "Ayy... benimkisi Yunan Tanrısıydı ne ara mağara adamı oldu? Selaniklim sen Yunan Tanrısı mısın yoksa mağara adamı mısı... mısın... sın...sın...?" diye kelimeleri doğrultma çabalarındaydı. Eniştem ise onun bu haliyle eğlenme vaziyetindeydi. Melis de "Alex... sen nesin?" diye sormadan  edemedi tâbi. "Sen ne istiyorsan oyum aşkım" diyerek cevapladığında "O zaman sen benim minik pembe tüylü  tavşanımsın" dediğinde hepimiz kahkaha patlattık. Alex bu lakaba biraz bozulsa da yine de sesini hiç  çıkarmadı. Angel'ın ise sesi soluğu hiç çıkmıyordu. Bu hiç hayra alâmet değildi. Kafası da nerdeyse sırtımda kaldığı için "Angel iyi misin? Yoksa uyudun mu?" diye mecburen seslenmek zorunda kaldığımda "Mudnyr" diyerek ağzının içinde anlamsız bir şeyler söyleyince biraz olsun telaşlandım. Kaşlarım istemsiz bir şekilde çatılarak "Angel?" dedim tekrar fakat yine homurdanma dışında bir şey duyamadım. "Angel bak uyursan seni hayatta yatağına filan taşımam haberin olsun!" diye kesin bir dille uyardım. Ama tık bile yoktu. Sırtımda Angel ile Edirne'nin en işlek ara sokağında giderken bir yandan da içimden sövüp "Haydut seni bir elime geçireyim ağzını burnunu..." diye de dişlerimi sıkarak söyleniyordum. Bir yandan da tanıdık birisi görmesin diye dua ediyordum. İyice babaaaneme dönmüştüm bugün. Bir hatim indirmediğim kalmıştı. Bu gidişle onu da indirecektim. Küçük bir şehirde oturmanın en büyük dezavantajı ise her an tanıdık birine rastlamaktı. Avantajları da vardı tâbi ama şuan bir tek kötü olanları aklıma doluşuyordu. Aksi olsa zaten şaşardım. Çilingirler içine doğru zar zor gelebildiğimizde "Öuooo" diye bir ses gelince birden gözlerim açıldı ve hemen Portakal Kafa'yı omuzumdan indirdim. Fakat çok geç kalmıştım. Çünkü Angel tüm akşam boyunca yediği, içtiği her şeyi daha omuzumdan indiremeden üzerime çıkarmayı başarmıştı. "Aaaa" diye etrafımızdakiler çığlık atarken ben sadece "Angel..." diyebilmiştim  acınası ses tonumla.Fakat "En Berbart Gün" ödülünü ve unvanını kesinlikle ama kesinlikle bugüne vermiştim. Layıkıyla da hak etmişti. Daha berbatı olamazdı sonuçta. Angel ayakta duramadığı için de kolundan tutup dengesini sağlamak yine bana düşmüştü. "Ooo...çok sorry... ben... çok özür dilerim ya Demi..." dediğinde kelimeler ağzının içinde bilardo topu gibi yuvarlamıştı. Ve üstüne üstlük bir de yüzüme doğru geğirince, başımı iki yana salladıktan sonra üstüme başıma şöyle bir bakıp hasar tespit kontrolü yaptım. Fakat durum hiç de iç açıcı değildi. Çünkü montum sizlere ömür olmuştu. Annem şu anda halimi görse büyük ihtimalle önce bir çığlık atar sonra da bayılırdı tekrar ayılır çığlık atıp yine bayılırdı. Hiç kaçışım yoktu. Mecburen montum ile tam burada vedalaşıcaktım. Hemen montumun fermuarını tek elimle açıp tek hamlede üzerimden çıkardım. Ceplerini dikkatli bir şekilde kontrol ederken "Ne yapıyorsun kardeşim? Bu soğukta niye montunu çıkarıyorsun ki? Yoksa ateş mi bastı bazı durumlar yüzünden" diye meraklı ve imali bir şekilde Ahmet sorunca gözlerimi devirip "Montumla yollarımızı ayırmaya karar verdik abicim. Aramıza bir portakal renkli kedi girdi de." deyip suçluyu işaret ettim. Ahmet sessizliğe gömülmüş  şehrin sokaklarında kahkahalara boğulurken "Kahkaha atmasana be Tekne Kazıntısı Aşık!!! Zaten başım çatır çatır çatlıyor!" diyerek Ufaklık hemen çemkirdi ve Sevcan da "Sus be adam!" dedi Ahmet'in kafasına okkalı bir tokat çaktı."Ulan kim verdi iki göz arasında bunlara şu alkolü!!! Yemin ederim annemden emdiğim tüm o güzelim sütler burnumdan fitil fitil geldi! Gitti canım vitaminler" dedi kızgın bir ses tonuyla homurdanarak. "Aşk... yeniden... Akdenizin tuzu gibi... aşk yeniden..." diye Melis de bir yandan bağırarak şarkı söylüyordu. Montomu katlayıp çöp kutusuna atarken "Hepimizde fazlaca alkol var. En doğrusu arabaları otoparkta bırakıp, taksiyle gitmek." diye öneride bulununca en aklı başında kişinin eniştem olduğunu anladım. Başımı olumlu anlamda sallayıp "Bence de enişte" diyerek katıldığımda ayakta duramayan Portakal Kafa'yı tekrar kucağıma aldım ve hep beraber taksi durağının yolunu tuttuk. Neyse ki çok fazla uzakta değildi. Ve biraz daha dayanabilirsem şayet sağ kalma umudum da yüksekti. Angel ise son kirletme vukatından sonra sessiz bir şekilde kucağımda büzüşmüştü. Tıpkı "Kirlenince Güzel" reklamlarındaki  çocuklara çok fazla benziyordu. Fakat tek farkla. Kirlenen taraf o değil her seferinde ben oluyordum. Yâni talihli olarak beni seçmişti. Ya da talihsiz olarak desek daha doğru olurdu. Taksi durağına tek parça halinde gelebildiğimizde sadece iki tane taksi kalmıştı. Ahmet "Eee taksilere kim kim biniyoruz?" diye sorunca "Melis' imi evine bırakmam gerek. Onu bu hâlde asla yalnız başına bırakamam." diyerek kesin bir tavırla isteğini belirtti. "Bal gözlümün hâli ortada. Nerdeyse ha uyudu ha uyuyacak. Ben de onu yalnız bırakamam." dediğinde eniştem de dâhil bırakmayanlar iki kişiye yükselmişti. Eh Ahmet de Sevcan'ı bırakmayacağına göre kafamda ortalama bir plan yapıp ortaya sundum. Alex, Melis ve Utku bir taksiye, ben, Angel, Ahmet, Sevcan, eniştem ve Ufaklık diğer  taksiye bindik. Bizimkisi biraz sıkışık olmuştu fakat gideceğimiz güzergah aynıydı. Diğerlerinki de bizimkinden farklıydı.  O yüzden arabadaki oturma şeklimiz çok samimiydi. Arka tarafta Sevcan Ahmet'in kucağında, ön tarafta Ufaklık eniştemin kucağında yer alıyordu. Angel kucağımda değildi ama bir kolu hemen göğsümde küçük çaplı kamp kurmuştu. Sağ bacağı da bacağımın üzerinde dururken sanki bir alışveriş merkezinin açılış töreni  yapılmışçasına beni sim deryasına boğmuştu. Kafası da aniden boyun boşluğumda bir yerde kaybolmuştu. Kısaca vücudumun tüm uzuvları Portakal Kafa tarafından işgal altındaydı. Kısmî bir felç geçirmiş gibi yerimden kıpırdamamı bırakın, doğru dürüst nefes dâhi alamıyordum. "Kızım siz evli misiniz?" diye merakla sorduğunda Ufaklık da sarhoş bir vaziyette garibim taksici amcaya anılarından bir demet sunmaya başladı. Kimbilir buzdolabının ya da herhangi bir eşyasının bilmem kaçıncı taksidini ödemek için bu saatlerde çalışıyordu ve şans eseri Ufaklık piyangosu ona vurmuştu. Eh o da soru sorarak hayatının en büyük bir hatasını yapmıştı. "Bak şimdi amcacım bu deli oğlan var ya taaaa Selanik'lerden yolları tepip sırf bana aşık olduğu için geldi. Sen biliyor musun?" dedi eliyle vurup eniştemin sol omuzunu çökertti. "Hem de bir değil iki değil üç değil ohoooo kaç haftalardır geliyor sen biliyor musun? Bir de benim Selanikli Prensim öyle hiç bir erkeğe filan da benzemez..." dediğinde çok önemli bir olay anlatıyormuş gibi el kol hareketleriyle nerdeyse taksinin tavanını delecekti. "Neden diye bir sor güzel amcacım sor bir kere sor bir kere..." diyerek kelimelerini ardı ardına bozuk plak gibi milyon kez takrar etti. Eniştem ise hem Ufaklık'ı kırmamaya hem de bir şekilde onu zapt etmeye çalışıyordu. Kulağımın dibinde "Neden Öz neden..." diye Portakal Kafa bağırınca kulak zarımda da hasar oluşturmayı başarmıştı. "Neden mi? Çünkü... o bir beyefendi... o bir iyilik timsali... o bir Mecnun... o bir doktor..." diyerek bir bir sıralarken "Maya, sen Beyazıt Öztürk'ün Edirne şubesi mi oldun da bizim haberimiz yok." diye Ahmet dalga geçti. "Sen sus!!!" diyerek üçü birden bağırınca taksideki herkes kısa süreli işitme kaybına uğramıştı. Bir an önce yatağımla buluşmak istiyordum fakat gece sakız gibi uzamaya devam ediyordu. Angel ise vücudumdaki hakimiyetini hala koruyordu. Tüm  uzuvlarım çok fena halde uyuşmuştu fakat bu bile canımı artık sıkmıyordu. Kendimi tuhaf çok hissediyordum. Özellikle Portakal Kafa'nın kendine has o turunç kokusuyla burnum âdeta bayram ediyordu. Hem içmesine hem de kusmasına rağmen o tatlımsı turunç kokusunu hiç yitirmemişti. Kapalı göz kapaklarının hafif titreyişi ve birbirine kenetlenmiş pespembe dudaklarıyla çok huzurlu ve mutlu gözüküyordu. Göz kapaklarının önüne düşen bir tutam portakal renkli saçını işaret parmağımla kenara çekerken tıpkı kedi gibi kendi kendine mırıldandı. Takside olduğumuzu unutarak dayanamayıp parmağımı yüzünde yavaşça gezdirmeye başladım. Tatlı, minik çukurunun içine sessiz bir şekilde sızdığımda dudakları titredi ve kalbimin ritmi değişti. Kalbim sanki göğüs kafesimi delip geçecek gibiydi. Beynimin içindeki düşünceler ise çığrından çıkmıştı. Vücudumdaki bu olağanüstü değişimlere bir anlam yükleyemezken, Portakal Kafa da durumuma pek yardımcı olmuyordu. Gün boyunca tüm bu olanlar neyin nesiydi? Hiç bir fikrim de yoktu. Fakat her şeye rağmen bugünün tadı bir başkaydı benim için. Bunu asla inkar edemezdim. Bizim mahalleye geldiğimizde taksici teyzemlerin evinin önüne park etti. Angel  üzerimde rahat bir şekilde uyuya kalmıştı. Eniştem, Ufaklık'ı, Ahmet de Sevcan'ı taksiden dışarıya zar zor çıkarabildiklerinde madalyaları çoktan haketmişlerdi. Benim ise derdim daha büyüktü. Kendimi Angel'ın kol ve bacaklarından kurtarmak bir yana parmağımı dâhi oynatamıyordum. Eniştem zafer kazanmış bir komutan değil de daha çok bebeğini saatlerdir uyutmaya çalışmış ve sonunda uyutabilmiş bir baba edasında taksiye bindiğinde arkaya bakıp "Angel seni esir almış anlaşılan." dediğinde sesi eğleniyor gibi çıkmıştı. "Kimse, beni Angel'ın uyurken bir ahtapota dönüşeceği konusunda uyarmadı ki." dediğimde  omuz silkmek istesemde başarısız oldum. "Angel hep oyuncak ayı ya da yastığa sarılarak uyur. Anlaşılan bu sefer de piyango sana vurdu." diye  gülerek açıklamada bulununca Portakal Kafa'nın ahtapota neden dönüştüğünü o an anladım. Bu sefer oyuncak ayısı ben olmuştum. Angel'ı kendimden bir türlü ayıramayınca el mecbur otele gitmek için tekrar yola çıktık. Bir gözüm yola bakarken diğer gözümle de Angel'ı süzüyordum. Mışıl mışıl, hiç rahatsız olmadan uyumaya devam ediyordu. Omuzumda değil de sanki ortopedik yatakta yatıyordu. Yani o kadar rahattı. Anlaşılan daha görevim bitmemişti. Fakat uyurken, uyanık olduğu zamana göre daha zararsızdı. Minik mırıldanmaları da artık sona ermişti. Uykusu da iyice derinleşmişti. Otelin önüne geldiğimizde yavaşça sol kolumu Portakal Kafa'nın incecik beline sarma girişiminde bulundum. Biraz zor olsa da girişimim başarıya ulaştığında diğer kolumla da destek verdim. Taksici, otelin kapısına park ettiğinde artık Angel'ı kucaklamayı başarmıştım. Kapıyı açtım ve elimden geldiğince bir yerini vurmaması için  dikkat ettim. Kucağımda Lanetli Su Yeşilimsiler ile kazasız belasız bir şekilde taksiden inebildiğimde de rahat bir nefes aldım. Eniştemin taksi  ücretini ödemeye kalktığını görünce hemen "Enişte taksiciye söyle 5 dakika beni beklesin." deyip ücretini de ödemesine de engel olmuş oldum. Taksiden eniştem de indiğinde, sanki onu bırakacağımı sezmiş gibi Angel boynuma daha da sarıldı ve işi içinden çıkılmaz hale getirdi. Eniştem ile sessiz bir kaç saniye anlamsız ve yorgun bakışmamızın ardından otelin kapısına doğru yürüdük ve içeriye girdik. Lobinin önünden geçerek  eniştem önde ben arkada doğrudan asansöre yöneldik. Bu sırada Angel portakal kafasını tam da kalbimin üstüne koydu. Kalbim gümbür gümbür atarken pek de yardımcı olmuyordu. Üzerimde montum olmamasına rağmen sırtım terden sırılsıklam olmuştu. Bunun yegane nedeni Lanetli Su Yeşilimsiler'iydi. Tâbi ki de ağırlığı beni zorlamıyordu. Sadece üzerimde tarif edilemez bir manevi ağırlık vardı ve ben onu taşırken zorlanıyordum. Asansörün kapısı sonunda açıldığında eniştem ağzını kapatarak esnedi. "Anlaşılan Ufaklık seni bayağı yormuş enişte" dediğimde aslında benim de ondan aşağı kalır yanı yoktu. Başını sallayıp "Bal Gözlüm çok fazla enerjik bir kız ve ona yetişebilebiliyor muyum? Mutlu edebiliyor muyum? Gerçekten hiç bilmiyorum Demirhan." dedi kaygılı bir şekilde. O an içindeki gizli bir yaraya parmak bastığımı anladım. Gülümseyerek "Enişte bu dünyada Ufaklık'ı idare edebilecek ve ona yetecek bir adam varsa o da kesinlikle sensin. Lütfen kaygılanmayı bırak. İlişkinizin keyfini sürün" deyip kendimden emin bir ses tonumla ona moral vermeye çalıştım. Diğer yandan da kucağıma iyice yerleşmiş Lanetli Su Yeşilimsiler'i dengede tutmak için büyük uğraş vererek bizim binmemiz için yalvaran asansöre zoraki bindim. Eniştem de "Sağol Demirhan" diyerek gülümseyip yorgun argın asansöre  bindiğinde kaldıkları katın düğmesine bastı. Portakal Kafa ise uykusunun bilmem kaçıncı evresindeydi. Ondan da rahatı yoktu aramızda. Otelin yedinci katına sonunda ulaştığımızda üçümüzün de enerjisi kalmamıştı. Şarj göstergelerimiz sadece yüzde beşti ve bununla yataklarımıza kadar da idare etmek zorundaydık. Olacak iş değildi. Çünkü daha evimin önünde dâhi değildim. Asansörden indikten sonra tekrar eniştemi takip ettim. Angel'ı odasına sağsalim götürme görevimi bir an önce tamamlamak istiyordum. Eniştem bir odanın önünde durup "Anahtar Angel'ın çantasında olması lazım." deyince Portakal Kafa'nın ne ara eline geçirdiğini dahi bilmediğim sımsıkı bir şekilde tuttuğu çantasına uzandı. Çantaya dokunduğu anda Angel daha da sıkı yapıştı. Son enerji ve sabır sınırımızı deniyordu kendince. Fakat pes etmeye hiç niyetimiz yoktu. Bu sefer direkt çantanın fermuarını  hedef aldı uykulu gözlerle bakan eniştem. Yavaşça fermuarın ucunu tuttuğunda sakince çekmeye başladı. İki parmağının girebileceği genişlikte açılınca femuar nerdeyse sevinç çığlıkları atacaktık. Tâbi enerjimiz olsaydı. Eniştem iki parmağının yardımıyla saniyeler içinde odanın kapı kartını çıkarınca rahat bir nefes aldık. Kapının mekanizmasına hemen okutup kapıyı açınca büyük bir zafer kazanmıştık. "Demirhan Angel'ı buraya kadar taşıdığın için çok sağol. Sen kapıyı çeker çıkarsın. Hadi iyi geceler." dileyip kartı tekrar Angel'ın çantasına koydu. "Hiç sorun değildi. İyi geceler enişte." dediğimde o da yan taraftaki odaya doğru ilerledi. Ben de Angel ile odanın içine girdim ve ayağım ile kapıyı hafifçe ittim ama kapanmadı. Kapının açılışıyla ışık da otomatik olarak açılmıştı. Ne hızlı ne de yavaş bir şekilde yürüyerek yatağa doğru yaklaştım. Bembeyaz, sade, temiz ve rahat çarşafların üzerine eğildim ve Lanetli Su Yeşilimsiler'i yavaşça yatırdım. Şimdi sırada bana sardığı ahtapot kollarını çözmek vardı. Boynuma doladığı sağ kolunu yavaşça ayırmaya çalıştığımda homurdanarak daha sıkı bir şekilde sarıldı. Tekrar denediğimde de aynı tepkiyi verdi. Derin bir nefes alıp bir kez daha hamle yaptığımda bir anda dünyam alt üst oldu. Ve ne olduğunu bile anlamadan kendimi Lanetli Su Yeşilimsiler'in üzerinde buldum. Öyle sıkı sıkıya bana sarılıyordu ki bırakın kalkmayı nefes dâhi alamıyordum. "Angel... bıraksana beni..." dediğimde aslında bir yandan da bırakmasını hiç ama hiç istemiyordum. Nefis turunç kokusu tüm ciğerlerime, hücrelerime kalıcı dövme gibi işleniyordu. Ve ben bundan aşırı zevk alıyordum. O kapalı göz kapaklarının ardındaki Su Yeşilimsiler'in bana bakması için de ona için için yalvarıyordum. Fakat bunun farkında olmadan melekler gibi uyuyordu. İstemeye istemeye bir kez daha kendimi onun kollarının arasından çekmeye çalıştığımda "Rahat...dursana ya Demi..." diye uykusunda beni hem tersledi hem de hamurdandı. Sanki görebilecek gibi kaşlarımı çatarak "Asıl sen, beni rahat bıraksana Portakal Kafa! Bak burada uyurum görürsün!!!" deyip sinirli bir şekilde tehdit ettim. Ama kime diyordum ki? Hiç ona bir şey söylememişim gibi kolları boynuma dolalı bir vaziyette fosur fosur uyumaya devam ediyordu. Tam bu durumdan nasıl kurtulacağım diye düşünürken Angel bir de bacağını üstüme attığında artık örümcek ağına takılmış sinek gibi kala kalmıştım. Fakat halinden memnun bir sinektim. Her saniye durumum daha beter mi güzel mi hale geliyordu hiç ama hiç  bilmiyordum. "Daha ne kadar kötü olabilir ki?" diye günün en uğursuz cümlesini bugün içimden bir milyoncu defa aklımdan geçirmiş bulunmuştum ki tam o sırada "Angel yine açık bırakmışsın kapını. Burası evin değil otel unutma!" diye uykulu uykulu Angel'a söylenen Alex'in sesini duyduğumda nerdeyse aynı çizgi filmlerdeki gibi gözlerim yerinden fırlayacaktı. Nefes almayı bile kesip olabildiğimce yerimde sessiz kalmaya çalıştım ve içimden bildiğim duaları  etmeye başladım. Odadaki ışığın açık olması benim için dezavantajdı. Peki avantajım var mıydı? Tâbi yoktu. Hiç olmazdı ki zaten. Ben olduğum yerde son çırpınışlarımı verirken Portakal Kafa ise "Uyuyan Güzel" masalındaki prenses misali hâlâ uyuyordu. Bir tek kulesi eksikti. Bana da tabi "Zoraki Kurtaran Prens" rolü düşüyordu. Ya da "Kurtarılması Gereken Prens" rolü de diyebilirdik. Alex'in ayak sesleri yaklaştıkça gerilim müziği de ona yüksek tempoda eşlik ediyordu. Sinirlerim de iyice gerildikçe geriliyordu. Bir kaçış yolu mutlaka olmalı derken "Senin kız kardeşimin üzerinde ne işin var Demirhan?..." diye sinirli bir şekilde bağırarak bize daha doğrusu bana doğru yürüyen Alex'in heybetli sesini duyduğumda artık her şey için çok ama çok geçti... Fakat ben yine de şansımı deneyecektim...

"Bir dakika her şeyi açıklayabilirim..."

🥊🍊🥊🍊🥊🍊🥊🍊🥊🍊🥊🍊🥊🍊🥊

Herkese merhabalar 😃Demirhan ve Angel cephesinde olanları okurken umarım keyif almışsınızdır 🤓Yorum ve beğenilerinizi bekliyorum bu arada😉👍Hikayem bu sefer biraz ağır ilerliyor farkındayım fakat başka hikâyelerim üzerine çalışıyorum ve kitap yorumlarım ile de uğraşıyorum 😉📚 Diğer bölümleri daha yavaş yazmamaya çalışacağım inşallah 😥 Yeni bölümde görüşmek üzere deyip sizi Demirhan🥊 ve Angel 🍊 ile baş başa bırakıyorum sevgili okurlarım  😍😘🤗

TEK YUMRUKTA AŞK  (KALBİMİN SAHİBİ SERİSİ #2)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin