Saat altı sularıydı. Hava kararmaya yüz tutmuş, güneş vazgeçmişti zar zor inen ışınlarını yeryüzüne ulaştırmaktan. Fakat onun aksine yağmur hâlâ pes etmemiş, inatla devam etmişti yeryüzünde, ben de dâhil, kuru bir şey kalmayana kadar yağmaya.
Islaktım. Epey ıslaktım. Sadece giysilerim değil, içimde tuttuğum gözyaşlarım da ıslatıyordu ruhumu. Neden bu kadar üzgündüm bilmiyordum; ama üzgündüm işte. Sabahtan beri içimde ukde kalmış bir heves dört bir yanımı çevirmişti ve ruhum özgür kalmak istercesine bedenimi oradan oraya amaçsızca sürüklemişti.
Ve şimdi deniz kenarındaydım. Yağmur hâlâ yağıyor ve ben bir süre ıslandıktan sonra altına girdiğim şemsiyemle yol boyu yapmaya devam ediyor bir yandan da denizden dönen balıkçıları bağrışmalar eşleğinde seyrediyordum. Sonunda bu yorucu ve yağmurlu gün sona ermiş, yağmuru ve sarı botlarına girip çıkan suyu aldırmadan büyük teknelerde kimileri çıkardıkları ağları bir bir açıyorlar, kimileri de büyük işportalar haline çıkan balıkları ayırıyorlardı. Günün kazancı her zamankinden daha azdı, yağmur balıkları kaçırmış olmalıydı.
Ben bu şekilde onları izlemeye devam ederken birden aklımdan bu yeni çıkmış taze balıkları almak geçti. Adımlarımı müstakar bir şekilde balıkçılara doğru yönlendirdim ve yavaş yavaş, bir bir bakarak geçtim önlerinden. O sıra gözüme ihtiyar bir balıkçı takıldı. Gece gündüz harp ettiği engin denizlerle olan mücadelesi onu buruşturmuş, yıllandırmış idi. Hâlâ devam eden harpı, bugünlük sona ermiş ve şimdi çömelerek balıkları ayıklamakla iştigal ediyordu. Bunlardan bir tanesi parçalanmış, ezilmiş bir palamuttu*; Bunu bir kenara ayırdı. Bir hayvana verecek diyordum ama onun bile yemesi meçhuldü.
O sırada yol boyu yaptığım kıyıda kendiminkiler gibi şıpırtılı ayak sesleri işittim ve dikkatimi o yöne verdim. Rugan ayakkabılar su, çamur dinlemiyor ve benim gibi balıkçıkların önünden aheste aheste yürüyordu. Gözlerim suratını bulunca buz kesildim; aniden yüzüme şemsiyemi daha da indirdim. Sanki bir şeyden kaçıyordum!..
Kaçıyordum ya, kaçıyordum tabii!.. Daha sabah te'şib ettiğim, aldattığım adam buraya doğru yaklaşıyordu!
Hızla ihtiyar balıkçının önünden uzaklaştım ve bir başka tekneye doğru yöneldim. Eğik şemsiyeme rağmen sebepsizce arada belli etmeden ona bakmaya çalışıyordum. Hâlâ kendisine verdiğim şeffaf şemsiyeyi başında tutuyor, elindeki aynı çantayı taşıyordu. Anlaşılan sabahtan beri uğramamıştı evine.
Nihayetinde benim uzaklaştığım teknenin yanındaki bir teknenin önünde durdu ve bakınmaya başladı. İçten içe beni tanımaması için dua etmeye başladım. Urbalarımdan tanımazdı beni değil mi? Ne de olsa herkes giyerdi siyah pantolon, siyah palto!
Birkaç dakika içinde balıkçının tekiyle koyu bir sohbete daldı. Gözüm bir ona, bir de az önceki ihtiyar adama kayıyordu. İhtiyar, hâlâ balıkları ayıklamaya devam ediyordu; fakat bu sefer yanında bir değil, iki tane ezik palamut bulunuyordu. O sırada yanında geçen küçük çocuğu el hareketiyle durdurdu. Birkaç tekne mesafemdeki konuşmayı duymaya çalışıyordum.
Yaşlı Adam:
"Al bunları, eve götür." deyip o ezik palamutları çocuğun eline verdi.Yerimde kalakaldım. Demek bütün bu soğuklarda, karanlıklarda mücadele eden sefil bir ailenin sağlam bir balıktan bile nasibi yoktu. Üstelik hayvanların bile yiyemeyeceği hâle gelmiş bir balıktan!
Düşüncelerim, gözlerimin Yapraklı Delikanlı'ya (ona bu ismi takmıştım) kaymasıyla dağıldı. Ahbabının omzuna dokunarak sohbeti bitirmeye çalışırken göz ucuyla onun da benim gibi ihtiyara baktığını fark ettim. Sohbeti biter bitmez de hemen balıkçının önünde bitti. Ah bu merakım durur mu hiç! Hemen kulak kabarttım:
"Ne kadar bu palamutlar Bey Amca?" dediğini işittim. Balıkçı da bir şeyler söyledi ama onunki pek duyulmuyordu. Ses tonu düşük, mırıltı ve hırıltılar hâlinde çıkıyordu. Epey yorgun olmalıydı. Genç adam kafa sallayıp cebinden çıkardığı parayı balıkçıya verip karşılığında birkaç palamut aldı. Yaptığı ilginç bir şey değildi lakin ben öyleymişçesine izlemeye devam ediyordum. Fakat asıl ilginç kısım burada başlamıştı; balıkları alır almaz, o rugan ayakkabılarının su birikintilerinden yansıttığı sese aldırmadan hızlı hızlı adımlamaya başladı. Durur muyum? Ben de yürüdüm hemen peşinden!
Nereye gidiyordu, nereye gidiyorduk, hiç bilmiyordum! Gidiyordum peşinden ve gittikçe hızlanan adımları beni daha da merak içerisine sokuyordu. Peki ya niçin onu takip ediyordum? Onu da bilmiyordum! Bildiğim tek şey artan merakımla beraber içimde büyüyen huzursuzluk hissiydi. Takip ediyordum etmesine de, şimdi kendimi bir sapıktan farksız görmüyordum! Sabahleyin saf sevgim sapkınlarınkiyle karıştırıldı diye üzülürken şimdi tam da onlar gibi davranıyordum. Tanımadığım, tamamen bana yabancı olan bu adamın bildiğin koştura koştura peşinden gidiyordum. Sebebim yokken, üstelik ona sebepsizce yalan söylemişken, hayatımda hiç yer edinmemişken sadece meraktan gidiyordum. Merak da ne merak ama!.. Sanki balıkları çaldı da, ben de onu uyaracak veya cezalandıracak biçimde gidiyordum. Hâlbuki bunların hiçbiri olmamıştı. Parasıyla alacağını almış, hızlı hızlı yürüyordu sadece. Bir sapığıyla birlikte!
Birkaç hızlı adımdan sonra dar ve yol boyunca bitişik binaları olan bir sokağa saptı. Takip ettiğimi fark etmemesi için arayı epey açarak gidiyor, yüzümü de siyah şemsiyemle kamufle ediyordum. Köşeden döndüğünde ayak seslerinin kesildiğini fark etmemle ben de o köşede durdum. Durdurduğu küçük çocuğun hizasınca eğilmiş, elindeki poşeti ona uzatıyordu:
"Sen deminki çocuksun, değil mi? Al bunları, baban gönderdi. Eve götürecekmişsin!"
Çocuğun tepkisine merak saldım. Babası değil, bu balıkları karşısındaki adam almıştı ki!
Çocuk, itiraz etmek istercesine bir adamın yüzüne, bir de palamutlara bakıyordu. Ama neye itiraz edeceğini de bilmiyor gibi görünüyordu. Küçüktü, bazı şeylerin düzenine alışmış olsa da bunları kavrayacak veya sorgulayacak kadar büyümemişti. Sonra neye itiraz edeceğini unutup adamın elindeki palamutları alıp, babasının gönderdiğini sandığı bu palamutlar için teşekkür etmeden yoluna devam etti.
Kalbim ağzıma kadar geldi. Hızlı yürüdüğümden değil, tamamen hissettiklerimden. Gözlerim bu kapalı günde önümdeki adamı daha ayırt edici, daha renkli görüyordu şimdi. Işığı kasvetli sonbaharımı yenmişti ve bana sormadan en sevdiğim mevsimi alıp gitmişti ellerimden. İlkbaharı hissettim yeniden. Ölen doğayı da değil de, ölen insanlığın tıpkı ilkbahar gibi filizlenişini gördüm. Ve yavaş yavaş da görüşüm soluyordu. O bile görünmüyordu artık. Göz kapaklarımı indirdim, bir damla yaş ayaklarımın ucundaki su birikintisine karıştı, kendi yansımama bakmaya başladım. Az önce onda gördüğüm rengi kendimde göremedim. Onun saf ve iyilikle donatılmış kalbini kendimde bulamadım. Onun nezaketini, balıkları aldığını bile söylemeyen alçak gönüllülüğünü, postasını verdikten sonra kapıyı arkamdan hemen kapatmayan kibarlığını... Hiçbirini ama hiçbirini kendimde göremedim. Benim yansımam griydi, o ise metrelerce uzağımda parlıyordu. Birbirine uzak olan bu iki mevsimin, İlkbahar ve Sonbahar'ın, arasında sadece metreler sırıtıyordu. İlkbahar'ın haberi yoktu ama Sonbahar tam arkasından onu izliyordu. Ve Sonbahar yine böyle ışıldayan birine yalan söylediği için soğukluğunun aksine bütün pişmanlığıyla kavruluyordu.
Sonbahar başını hafifçe kaldırdı, önünde hiçbir kabahati yokken kandırdığı mevsime baktı. Arkası dönük mevsim kolunu sıyırmış, saatine bakmıştı. Sonbahar daha dikkatli baktı ve daha dikkatli yandı. Cam kaplama bir yaprak parçası bileğinde duruyordu, İlkbahar adım adım Sonbahar'ın yalanıyla ilerliyordu.
Sonbahar var gücüyle gözlerini sıktı, bütün yaşlarını akıtmak istedi. O sıra gök gürledi, hızlanan yağmur damlaları Sonbahar'ın akmayan yaşlarına eşlik etti. Ve ben ,Sonbahar, kandırdığım İlkbahar'ın ardından bakarken kendimi de kandırmak adına son gücümle mırıldandım:
"O yaprağı yeşertmek için kabul ediyorsun, değil mi?"
*Hüseyin Cahit YALÇIN'ın "Ezik Palamut" adlı hikâyesinden (fazlasıyla) esinlenilmiştir.