Pişmanlık... Ruhumu gizlice ele geçiren ve insanı daima en zayıf noktasından vurmayı başarabilen tek değil; ama belki de en isabetli olgu!
Büyüğü küçüğü de olmaz bunların efendim! Yerleşti mi merkezinize, yer bitirir sizi. Neden yaptım der durursunuz. O küçük ayrıntı gün boyu kafanıza işler, küçük bir kar topuyken koca bir kütleye; kaldıramazsanız çığa dönüşür, onunla beraber yıkılır, akar gidersiniz.
İşte ben de kendi yarattığım afetimde yıkılıp gidiyordum! Ne yapmıştım?.. Ne diye yapıştım?.. Amacım neydi?.. Ne diye durduk yere onun kadar iyi, kötülükten uzak, bir adama bu kötülüğü yapmıştım?.. Suallerim ardı ardına kesilmiyordu ve hepsi de yanıtsız kalıyordu.
Bu pişmanlık içimi yiyip bitirse daha iyi olacak! Keşke içim içimi yese de yok olsam, görünmeyecek kıvama gelsem bu dünyada! Lakin ben azabımdan cayır cayır yanıyor ve asla yok olup gitmiyordum.
Ne çok nefret ediyordum iyi insanlara yalan söyleyenlerden; iyi niyetini kötü anlayanlardan, kullananlardan, ne çok nefret ediyordum kendimden! Ve ne çok nefret ediyordum korkaklardan, gerçekleri söylemekte zorlananlardan. Ne çok nefret ediyordum kendimden!
O günün üzerinden yaklaşık iki hafta geçmişti. Şemsiyeyi postaneye geri getireceğini söyleyen Yapraklı Delikanlı bu süre zarfında hiç uğramamıştı postaneye. Hasta filan mıydı? Hasta olmasını istemem ama gelmemesi de işime gelmişti. Nasıl bakacaktım ki yüzüne? Bakmaya yüzüm var mıydı ki en başta? Her gün postaneye birkaç kargo bırakacak kişi geldiğinde ha gelecek, ha geldi, ha geliyor diye korkuyla pinekliyordum. Bazen arada postanenin etrafında elinde bir şemsiyeyle hayaletini bile görür gibi oluyordum. İki hafta içinde bu korkuya bile alışmıştım. Yine de o gelmesin diye dualarımı etmekten geri kalmıyordum. Evet, bir de şeylerden nefret ediyordum... Gerçekleriyle yüzleşmekten aciz olan korkaklardan!
"Daldın yine." dedi meslektaşım çantasını alırken. Uykuma su serpilmiş gibi ayıldım düşüncelerimden. Gözlerimle lafının gerisini bekledim, birazdan dağıtıma çıkacaktık. "Nedir şu birkaç haftadır hâlin? Hasta filan mısın? Betin benzin atmış, çok da dalgınsın!"
Kendimin bile inanmadığım gülümsememi yerleştirdim yüzüme: "Ne var hâlimde? Aynıyım yine ben!"
"Haydi ama Seokjin..." diyerek yanıma yaklaştı arkadaşım, omuzlarımdan tuttu, "Bugün ne çok mektubun var bak. Hiç tepki bile vermedin!" çok vahim bir durumdan bahsediyor gibi konuşuyordu. Aslında bu benim için cidden öyle bir durumdu. Sahi, ne çok mektup vardı burada. Nasıl fark etmemiştim ki?
"Sahiden de öyle..." dedim dalgın dalgın.
"Bu kadar mı?"
"Ne, bu kadar mı?"
"Tepkin. Normalde ağzının kulaklarına varsı gerekiyordu da!"
"Kırışıyorum."
"Bahane bulma!" derin bir iç çekti, çantasını hazırlayan Junhee ve postaları dizen Donghun'a döndü, "Görüyor musunuz arkadaşlar? Sanırım dünyanın sonu yaklaşıyor."
Donghun ve Junhee de gözlerini üzerime dikip uzun uzun başını salladılar. Tekrar bana döndü Saejung içeride turlarken: "Anlamıyorum ki! N'oldu birden sana böyle? Dut yemiş bülbüle döndün günden güne. Nedir bu hâllerin? Hayır, evli olsan, çocuğun olsa suskunlaştın diyeceğim ama yok! Âşık filan mı oldun sen?"
Burukça gülümsedim. Keşke, dedim... Keşke âşık olsam. Âşık olsam bu kadar acı çeker miydim ki?
Cevap vermeyince arkadaşım daha da alevlendi. "Şimdi çıldıracağım!" Donghun'la Junhee'ye döndü, "Bu herif bu kafayla postaları da dağıtamaz şimdi."