Epey bir maymun iştahlı davranmıştım. Şu an tam karşımda, aynada, yakasını düzenleyen adamın, o ütülü yakasından tutup, ne haddine kandırdığı birini dost olarak kabul etmeye başladığını pek münasip olmayan, nahoş bir tavırla yerlere sererek sormak istiyordum. Şiddet uygulamak değil; sarsmak, aklını başına devşirmek bu. Pek süslü kelimelerle donanmamış bir yalnızlığı olmayan bu adam, kendini bu duruma kaptırıp, küçük bir iyilik karşısında bu kadar aciz ve kabul görür davranması onu ne ucuz kılıyordu!
Ah be Seokjin... Ne zavallı adamsın! Belki ismini bildiğin; ama cismini bilmediğin adamı dost bilirsin hemen, pes doğrusu!.. Haydi, yaşa bakalım şimdi hem yalan söylemiş olmanın hem de sual etmeden saygısız, patavatsız davranışının utancıyla!
Yok canım, bu böyle olmayacak... Karşımdaki adamı gördüğüm her geçen saniye katbekat heyheylerim tepeme biniyordu, ben de kaptım baston şemsiyeyi ne unuttum ne unutmadım kontrol etmeden attım kendimi sokağa. Sanki bütün yaptıklarımı ve utancımı kapının arkasında bırakmışım da, hızlıca ondan kaçıyormuşum gibi koşmaya başladım ayakkabılarımın altında yağmur damlalarıyla kaynaşan çamurları eze eze.
Bugün günlerden tatil günümüz, pazar. Dostum Saejung'un yavrusu doğalı iki üçü ayı bulmuştur, bir kere bile ziyarette bulunamadım. Bu yüzden gidip bir bebek urbası alacak, oradan minik yavruyu ziyaret edecektim.
Yağmur hafif hafif çiseliyordu, kafamdaki fötr şapka yeterli geldiğinden şemsiyemi açma gereği bile duymadan doğru mağazaların çok olduğu iskele tarafına gittim.
Etraf güvercin kaynıyordu. Cebimde biraz yem olacaktı, çıkardım başladım serpiştirmeye...
Yem atıyor, dalıyor; yem atıyor, sonra ayılıp tekrar dalıyordum. "Bakar mısınız?" diye seslendi hemen arkamdan biri. Bir kız sesi. Üstüme alınmadan devam ettim gri bulutlarla mavi denizin karamsarlığını dalgın dalgın izlemeye. "Beyefendi?" deyip omzumu dürtüldü. İrkildim tabii, hemen "Buyurun?" dedim dönüp. Saçları kulakları hizasında kısacık, kendi de gencecik bir kızcağızdı. Elinde tuttuğu eski model, polaroid bir kamerayı sallaya sallaya konuştu: "Efendim ben üniversite öğrencisiyim ve bu bölgenin farklı kültürlerini -giyim tarzı, ağız ve yemekleri gibi şeyleri- araştırıp bir sunum hazırlamam gerekiyor. Sizi de çoğu insandan farklı, çok şık bir beyefendi olarak gördüm. Rica etsem bana yardımcı olur musunuz? Sadece bir fotoğrafınızı çekmem gerekiyor."
"Şık" deyince şöyle bir üstüme baktım: Her zamanki sıradanlığımı bozmamıştım. Yine üstümde kumaş pantolonum, beyaz gömleğim, dizleri geçen uzun kabanım, başımda da fötr şapkam vardı. Bir de değişiklik olsun diye üstüme yeleğimi giyip tam takım olmuştum. Vah vah! Bir yelek insanı ne hâle sokuyormuş! Normalde beni gören günümüzün "çılgın" gençleri bana 1950'lerden kalma olduğumu söyler, bir de alay ederlerdi. Şimdi de şık olduk iyi mi!
"Çok zaman almaz efendim!" dedi kız benim kararsız bakışlarıma. "Eğer yüzünüzün görünmesinden rahatsızsanız, arkanız dönük şekilde poz verebilirsiniz."
"Ah, hayır hayır! Sorun değil. Nasıl geçeyim?"
"Olduğunuz yerde kalın ve bana dönün." Kameraya döndüm, kız birkaç adım uzaklaştı. Denizi arkama alıp şapkamı düzelttikten sonra sol elimle kabanımın önünü birleştirirken diğer elimle de şemsiyeme dayanıp duruşumu dikleştirdim. Kız tuşa bastı, makineden çıkan kâğıt parçasını sallamaya başladı. "Görebilir miyim?" dedim yanına yaklaşıp. "Tabii."
Siyah beyaz bir fotoğraftı. Arkamda deniz ve karşı adaların silüetlerinden başka manzara yoktu. Bir de daha demin yemlediğim güvercin dostlarım uçuşup süslemiş fotoğrafı. Evet, aslında şimdi bu fotoğrafa bakınca gerçekten 50'lerde yaşamış gibi görünüyordum.