Ah!.. Bu mektuplar!.. Herkesten gelip herkese giden şeyler!.. O bunlara yabancı idi. Ona daha hayatında hiçbir mektup gelmemişti, o yalnız başkalarının mektuplarına memurdu. Hiçbir kimsesi yoktu ki ondan bekleyecek mektubu olsun,* diyordu bir hikâyesinde anlattığı postacı için Türk yazar, Halit Ziya Uşaklıgil. Ne de güzel diyordu ne de güzel anlatıyordu!..
Cümlenin altını bir kurşun kalem yardımıyla çizdim nazikçe. Ellerime yaslanıp düşündüm bir süre oturduğum yerden raflarda sıralanmış mektuplara, kargolara bakarken. Sahi, bana hiç mektup gelmiş miydi?
Ah!.. O herkesten gelip önce bana, sonra yine herkese giden şeyler!.. Neden bana bu kadar yabancı idiniz? Ben size ne kötülük etmiştim? Ne uzaktınız bana! Ne adres sormaz, ne uğramaz, ne gelip gidici şeylerdiniz! Ne diye bu kadar çok benziyordu bu postacı adam bana! Yoksa siz mi benzetiyordunuz beni günden güne o hikâyedeki adama? Her gün umutla çantasını açan, hüsrana uğrayan ve yağmur çamur dinlemeden beline beline çantasını vuran adam ne çok nefret ediyordu şimdi işinden!.. Cidden, çok sevdiğim bu mesleğimin sonu umutsuzluklar yüzünden mi gelecekti nihayetinde? Ben de mi her gün aynı şeyi yaşamaktan nefret edercesine bıkacaktım?
Suallerim nefesimi kesti, hiç düşünmediğim bu ihtimal sonumu getirdi gözümde. Hayır, bu ben olamazdım. Benim bildiğim Seokjin başkalarının mektubuyla mutlu olurdu. Evet! Öyle ya! Ben ne zaman mektup bekledim ki zaten! Bu hikâye aklıma girmişti sadece. Ben taşıdığım sevgilere ortaktım. Bundan başka bir arzum yoktu ki benim. Hatta hiçbir şeyim yoktu; ne mektup göndereceğim ne gönderenim...
Boğuştuğum düşüncelerime iç çekerek kalktım sandalyemden. Saatime baktığım sırada dışarıdan Saejung elinde çaylarla odaya geldi. Bu sefer ben erken bitirmiştim dağıtımımı.
"Nereye gidiyorsun Seokjin?" dedi arkadaşım bardağı masaya koyarken. Az daha kitabıma çay damlayacaktı, çektim biraz daha uzağa.
Nereye mi gidiyordum? Esasen benim de bir fikrim yoktu. "Bilmem. Bir çıkayım, bakayım dışarıya. Belki hayvanların maması suyu filan bitmiştir."
"E, çay getirdim bize ama. Hava soğuk, çabuk soğumaya meyilliler zaten."
"İki dakika çıkar gelirim, çok durmam." dedim kapıya yönelirken. Nefes almak istiyordum. Hava almaya ihtiyacım vardı. Soğuğu hissetmeye ihtiyacım vardı. Garip hissediyordum. Sonbahar, sana ihtiyacım vardı.
En son "Aşk olsun!" diye söylendiğini duydum arkadaşımın ben çıkmadan önce. Gülümsedim dediğine kendi kendime ve dışarı adımladım.
Dışarısı buz gibiydi. Yanaklarıma çarpan sonbahar serinliği mayışmış hâlimden ayılmamı sağlamıştı. Bol bol içime çektim havayı, izledim aheste aheste dökülen yapraklı tanıdık caddeyi. Kendi hayalimi gördüm olduğum yerden. Her gün mektuplarını güllü sepetine koyan, yağlı zincirlerini düzeltmek için bisikletini postanenin önündeki koca yaşlı çınara dayayan ve sonrasında ağacın görkemine bir kez daha kapılıp ardından bisikletine atlayan, yeni yeni sevgilere yelken açan, onları iletmeye kendini adamış olan adamı gördüm. Gülümsedim. Bana mektup gelmiş veya gelmemiş, bunlar önemli değildi. Şüphesiz ben buraya aittim. Ve şüphesiz küçük bir yalnızlık veya kıskançlık beni bu bağlılığımdan ayırmayacaktı.
Gerçekten... Öyle mi olacaktı?
İç çektim. Bu soruya cevabım koca bir iç çekiş oldu sadece. Ne zamandan beri yalnızlığıma üzülür olmuştum? Ben bununla doğmuştum ki. Varlığını hep bildiğim bir şey nasıl canımı yakabilirdi ki? Ne zamandan beri her şeye bu kadar iç çeker olmuştum? Yoksa yaşlanıyor muydum?
Bu suallerime de tekrar bir iç çekesim geldi; fakat kendimi tuttum. Bunun yerine binanın yanına koyduğum mama ve su kaplarına doğru adımladım. Doldurduğum kapların yarısından çoğu doluydu hâlâ. Etrafında iki kedi dolaşıyor, ekmek kırıntılarına da kuşlar konup konup benim hareketimden dolayı tekrar uçuyorlardı. Kedilerden biri hırıltıyla gelip bacağıma sürtünmeye başlayınca kucağıma alıp biraz başını, sonra çene altını okşadım. Başta tırmalayacağını düşünerek çekinmiştim fakat dokunuşlarımla bir hırıltıları artınca daha da güvenmiştim kendime. Sevgi az bulunan bir şeydi Kim Seokjin, öyle herkese düşmezdi ki.