NEMRUT TOPRAĞI

37 2 0
                                    

Tren, dördüncü gündür yolda idi. Artık, geçtikleri yerleri seyretmek de iki kompartmandaki yolcular için yorucu olmaya başlamıştı. Neyse ki artık İzmir’e gelmişlerdi. Güneş arkalarından doğuyordu ve İzmir sisler arasında hayal meyal seçiliyordu. Nazlı kucağında henüz kırkını çıkarmamış bebeği Seyit, dalgın gözlerle camdan dışarıya bakıyordu. Zaten son bir aydır, dünya ile irtibatını koparmış gibi idi. Dünya ile tek bağlantısı; Seyit Bebekti. Evet, ona babasının adını vermişlerdi. Deli Hoca’dan sonra, bir yıla yakın bir süredir köyde imamlık yapan, herkesin saygısını kazanmış Ahmet Hoca kulağına ezan okumak için eve gelmişti Ömer ile birlikte. Gelmişti de, onbeş günlük bebeğin henüz adı konulmamıştı ki. Önce, rahmetli babası için biraz Kur’an okumuştu Ahmet Hoca. Sesi, sanki bu dünyaya ait birinden değil de; bir başka alemden geliyor gibi idi; berrak mı berrak.  Sonra kucağına verilen bebeğe hüzünlü gözlerle bakarken, adını sormuştu. O ana kadar, adını ne koyacakları ile ilgili düşünmeye zamanları olmamıştı. Ömer, kapıda bekleyen Nazlı’ya doğru baktı. Nazlı tam ağzını açmıştı ki; arkasında duran Senem’in zayıf sesi duyulmuş, herkes ona dönmüş, acayip bir şey görmüş gibi bakmışlardı. Zira Seyit’in ölüm haberi alındığından beri, nerede ise on beş gündür tek kelam etmemişti. Sabahtan akşama kadar bir kenarda oturuyor, ara sıra ufak tefek işlere el atıyor ve gözlerinden nerede ise fasılasız yaş akıyordu. İlk günlerin acısı ile fazla dikkat çekmeyen bu hal, birkaç gün sonra görünür olmuştu. Bu durumdan kendisi de rahatsız olmaya başlamış olmalı idi ki; son günlerde genellikle bir kuytuya çekiliyor, sessiz ağlamasını sürdürüyordu. Kaç gündür susan Senem konuşunca, önce ne dediğini anlayamamışlardı. Herkes ona dönüp bakınca yeniden konuşmuş;

— Seyit, demişti, adı Seyit olacak. Kendi de huyu da adına benzer de; kaderi ve yaşı benzemez inşallah demişti.

Sesindeki keder ve itiraz kabul etmez kesinlik, nerede ise elle tutulabilecekti. Herkes ne diyeceğini merak ederek Nazlı’ya bakınca;  yalnızca, onayladığını belirtir şekilde başını sallamıştı. O an bir şey daha dikkatini çekmişti Nazlı'nın. Senem’in başlığının altından çıkmış olan bir tutam saçı bembeyaz görünmüştü gözüne. Daha sonra baktığında, hayretler içerisinde kalmıştı. Gerçekten de Senem’in bütün saçları, bembeyazdı. Son bir yılda tek tük olan beyazlar, son günlerde, tamamen beyaza kesmişti anlaşılan. Aslında Senem’in kendiside en az kırk yaşında gibi duruyordu. Oysa yirmi beş bile yoktu henüz. Bilmedikleri, bilemedikleri ise; olan biten herşeyden, Senem’in kendisini sorumlu tutması idi.

Küçük Seyit’in kulağına ezan okunduğu günün akşamı, çocuklar ve Seyit’in bacıları yatmışlardı. Nazlı ve Senem, kapıda yere uzatılmış bir ağacın üzerinde oturuyorlardı. Ömer, son bir iki gündür, günde en az iki defa uğruyordu ve adam akıllı huzursuzdu. Bir an evvel hazır olmalarını ve yola çıkmalarını istiyordu. Bunca acının yaşandığı yerlerden bir an evvel gitmek, uzaklaşmak, kendilerini de uzaklaştırmak istiyordu anlaşılan. Köyün hak bilmez, Allah'tan korkmazlarını tutan bent artık yıkılmıştı. Ne yapacakları belli olmazdı. Üstelik bu; Seyit’in de vasiyeti idi. son görüşmelerinde;

— Bak Ömer, demişti. Olur da başıma bir hal gelirse; çoluk çocuğum sana emanet. Onları buralardan götür. İzmir’deki kahve ve durak onlara fazlası ile yeter. Şayet ben yanlarında olamazsam, sakın bu tarafa gelmesinler. Yatarken bile yönlerini bu yana dönmesinler. Burada bir köyleri olduğunu unutsunlar. Meğer dayım rahmetli ne kadar da haklı imiş. Buralar sahiden de Nemrut toprağı olmalı. Adamı ölmeden mezara korlar buralarda.

O yüzden de; bir an evvel Seyit’in çocuklarını ve Senem’i buralardan götürmek istiyordu. Seyit’in korkusu da kalmadığına göre, başlarına ne geleceğini kimse bilemezdi. İzmir ise; başka idi. Orada, Seyit’in sayesinde tanımış olduğu güçlü dostları vardı. Oralarda Seyit’in çoluk çocuğu ile ilgili korkusu olmazdı. Seyit’in tavsiyesine uyma konusunda Nazlı da Ömer’den farklı düşünmüyordu ama bir yandan da Seyit’i terk ediyormuş gibi hissettiğinden, işi uzatıyordu. Bir keresinde, Hafız Mustafa’dan duymuştu. ‘’Buralar, Nemrut’un toprağıdır oğul diyordu Seyit’e. Buralarda iyi şeyler biraz zor olur. İyi adam, iyi at, iyi hayvan buralarda çok dayanamaz. Hele de yiğidin iyisi. Buralar adamı bitirir. Aslında buralardan gitmek lazım da; neylersin, vatan bulunmuş, ha deyince terk Edilmiyor. Hoş, hemen her yer öyledir ya. Neylersin insan yapımız bu’’diyordu. Düşünüyordu da Seyit köyden gitmek istediğinde anası razı olsa idi; bunların hiçbiri başlarına gelmeyecekti. Ama sonra içinden ‘’tövbeler olsun’’ diye geçirmişti. Olup bitmiş bir şey için, öyle değil de şöyle olsaydı demek, sanki kadere isyan gibi gelmişti. Sanki kendi düşüncelerini okumuş gibi Senem’in fısıldadığını duydu;

— Biliyor musun güzel bacım, Mahmut ölmeden önce, çok istemişti buralardan gitmemizi. Yalvarmıştı bana. Belki de yaşayacaklarımız, başımıza gelecekler içine doğmuştu. Ama neylersin, şu benim akılsız başım, deli gönlüm söz anlamadı. Öylecene hem Mahmut gitti, hem de Seyit ağam. Saçım ağarmış görüyorsun. Topraklar başıma, küller başıma, benim saçım ağarmasın da kiminki ağarsın. Hocalar, kendini öldüren ebedi cehennemde diyorlar. Göze alamıyorum ki. Yoksa ne kırk katır, ne de kırk satır paklar benim günahımı. Öldürüversem kendimi, bizim köyden Esma’nın yaptığı gibi bir uçurumdan kendimi atıversem, bana az bile olurdu ya. Ama dediğim gibi yapamıyorum. Keşke babamın beni vereceğine razı olaydım. Keşke zavallı Mahmut ile hiç karşılaşmayaydım, keşke Mahmut gidelim dediğinde buralardan gideydim. Ama işte sen biliyorsun niye gitmediğimi, gidemediğimi.  Kendimi öldürmesem de ben cehennemliğim herhal. Ettiğime baksana.

Bir yandan da Seyit öldürüldüğünden beri sürekli yaptığ şekilde; iki gözü iki çeşme, yaşları sıralıyordu yanaklarına. Nazlı, Seyit için, hiç kimsenin kendisi kadar üzülemeyeceğini sanmıştı o ana kadar. Ama şimdi anlıyordu ki; biri daha, belki kendisinden daha fazla yanıyordu Seyit’in arkasından. Olaylar hiç de düşünmedikleri, istemedikleri mecralara dökülmüştü. Ama kader dedikleri şey de bu değilmi idi. Bize rağmen, bizim istek ve arzularımızın dışında, öyle şeyler oluyordu ki, asla değiştirilemiyordu. Yine rahmetli Hafız Dayı’yı hatırlamıştı. ‘’ bir şey olup bittikten sonra, kader tahakkuk etmiştir, ondan sonra tevekkül lazımdır. Tedbir daha önce, hadise olmadan lazımdır’’ derdi.

Kendi içinde de fırtınalar koparken, Senem’in boynuna sarılmıştı. Sonra da evdekiler duymasın diye, Senem’in kulağına fısıldamıştı;

- Tövbe de bacım, tövbe de. Senin benim istemem ile değil, Allah’ın dilemesi ile olur olacak olan. Allah’ın takdiri böyle imiş ne yapalım. Seni ben her halin ile kabul ettim evime. Dünya ahiret benim bacımsın. Bak buralardan gideceğiz. Zaten gönlüm elvermiyor, bir de sen ayaklarımı bağlama, hadi benim güzel bacım, artık bir fatiha okuma zamanıdır, gerisi isyandır. Kurban olayım, beni de daha fazla derde salma.

O gece kapıda şafak vaktine kadar biribirlerine sarılıp ağlaşmışlardı. İkisi de biribirlerini anlıyorlardı.

Nazlı’nın düşüncelerini, kompartman kapısından seslenen Ömer böldü;

— Yenge toparlanın, istasyona girmek üzereyiz diyordu.

Acaba yadı yabancısı oldukları bu diyarda onları neler bekliyordu? Nazlı, bir yandan toparlanırken, bir yandan da ‘’ Allah kerim’’diyordu, ‘’Allah kerim’’

SON BİR BÖLÜM KALDI DEĞERLİ OKURLAR. YORUMLARINIZI VE BEĞENİLERİNİZİ BEKLİYORUM. SEVGİ VE SAYGILARIMLA.

TAŞ KINASIHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin