Artık Başlayalım mı?

185 9 0
                                    

Bu bölümde de coğrafyamızı tanıtmayı sürdürüyorum. Ama ileriki bölümlerde beklediğinizden de fazla aksiyon göreceksiniz. Ama biraz sabır.
🏳️🏳️🏳️🏳️🏳️🏳️🏳️🏳️🏳️🏳️🏳️🏳️🏳️🏳️
İlyas Hoca, doksanı geçen yaşına inat, hala elindeki bastonu aksesuar olarak taşıyor,  gözlük kullanma ihtiyacı duymuyordu. Bembeyaz saçlarına, kırışmış yüzüne, lekelerle dolu tenine rağmen; oldukça dinçti. Saat sekize doğru, köy meydanındaki köy konağına doğru yürürken, ağustos ayının sonları idi. Artık işi olmayanların, köylülerin tabiri ile yaz tatili ve köy şenlikleri için köye gelen ‘‘yerli turistler’’in meydanda toplanıp, muhabbet etme saatleri gelmişti. Köy şenlikleri yapılmıştı ve köyün yazlık misafirleri, yavaştan çekiliyorlardı. İlyas Hoca meydana vardığında, etrafa bir göz gezdirdi. Meydanda henüz kimseler yoktu. Ama birazdan dökülürlerdi nasılsa. İki katlı köy konağının balkonunun altındaki gölgeye yerleştirilmiş olan banka oturdu. Çenesini bastonuna dayadı, etrafı seyre koyuldu. Yere döşeli parkelerin üzerinde telaşla koşuşturan karnıcaları görünce, zihni gerilere, çocukluk günlerine gitti. Çocukluğunda, karıncaları seyretmekten büyük zevk aldığını hatırladı. Karınca yuvalarının başına oturur, saatlerce onların telaşlı hareketlerini izlerdi. Sonraki yıllarda, arıcılığa başlamıştı ve arıları da seyretmekten büyük zevk alırdı. Hala da üç beş kovanı vardı ve kovanların yanına oturup, arıların kovana giriş çıkışlarını izlemekten haz alıyordu. Yıllar ne kadar da hızlı geçmişti. Şimdi gölgesinde oturduğu şu binanın olduğu parke döşeli bu yer, öteden beridir, Köy Meydanı diye bilinirdi. O zamanlar, ortasından, köy çeşmelerinin atık sularını taşıyan açık bir kanal geçerdi. İçerisinde kırmızı kurtçukların kaynaştığı pis kokulu kanal, geçen yıllarda üzeri kapatılarak, görüntü kirliliği önlenmiş, köyün kanalizasyonları da ona bağlanarak tahliye edilmişti. Eskiden, henüz şafak sökerken, bu meydanda bir telaştır başlardı. Köylüler, koyun, keçi ve sığırlarını, çobana bu meydanda teslim ederlerdi. Önce, koyun ve keçiler meraya gönderilirdi. Onların peşi sıra da sığırlar çıkarlardı. Hayvanlar, yaz boyunca, gün doğumundan çok önce meraya çıkmış olurlardı. Anadolu’daki genel uygulamanın aksine; köydeki koyun-keçiler geceleri değil, gündüzleri otlatılırdı. Akşamları da bu meydan bir nevi dağıtım merkezi idi. Meradan buraya gelen hayvanlar, köye buradan dağılırlardı. O zamanlardaki canlı, hareketli köy ile bugünkü üzerine ölü toprağı serpilmiş köy arasında, hiç benzerlik yoktu. Hele de akşamları köyü, koro halinde meleşen, koyun-kuzu, keçi-oğlak sesleri şenlendirirdi. Şimdilerde, keçi zaten yasaklanmıştı da, koyunun kanı derman deseler, tek damla bulunamazdı. Bir tane bile koyun kalmamıştı köyde. Yanlızca evlerde birer ikişer sığır kalmıştı. Hayvan sayısının azalması sonucunda; eskiden haftalarca çalışılarak ve kilometrelerce yol tepilerek toplanmaya çalışılan otlar, dikenler, köyün sokaklarını istila etmişti. Arazi tamamen otlarla kaplanmıştı. Hele de otlar kuruduktan sonra; ciddi bir yangın tehlikesi ortaya çıkıyordu. Eskiden, her evin kapısında birkaç çocuk oynaşırken; şimdi ancak bir iki evde, o da bir iki tane çocuk ya var, ya yoktu. Eski zamanlar, bugünden iyi mi idi ne? Sonra içi burkularak, köyden ayrılışı geldi aklına İlyas Hoca’nın. Ardından da atmış yıl köye hiç uğramadığını düşündü acı acı gülerek. Hayır, o günler, bu günlerden iyi değildi. En azından köylülerin büyük çoğunluğu için. Öz dayısının, köpek eniği atar gibi kendisini kapının önüne bırakışı, köylüsü bile olmayan Adem Öğretmenin kendisine sahip çıkışı, yatılı öğretmen okuluna yerleştirişi geldi aklına. Yaz tatillerinde bile köye gelememişti de Adem Öğretmenin babasının yanında çalışmıştı yıllarca. Dayısı hayatta olsa; şimdi bile gelmek isteyeceğini sanmıyordu. Allah’tan yeni nesil, eskilere göre çoğu konuda daha açık görüşlü ve hakkaniyetli gibi duruyordu. Ya da günün şartları farklı davranışlar geliştiriyordu. Dayısı, iki parça taşlı tarlayı vermemek için kendisini köyden adeta kovarken, dayısının çocukları, kendisini bulup, hakkını iade etmişlerdi. Şimdi, dayısı mezarında ters dönmüş olmalı idi kendisine verilen tarlalar yüzünden. Kendisine kaptırmamak için türlü fırıldak çevirdiği tarlalar, şimdi adeta sahipsizdi ve ekilip biçilmiyordu bile. İlyas Hoca, zaman zaman, şayet köy boşalmamış olsa; şimdi nasıl olurdu diye düşünmeden edemiyordu. Acaba şimdiki gibi mi olurdu? Yoksa nüfus artıp, köyün zaten kıt olan kaynaklarını paylaşanlar daha da çoğaldığı için, eskiden de mi beter olurdu? Tahminine göre, eskiyi mumla ararlardı. Çünkü kendisine yapılanları tenkit eden çoğu insanın; fırsatı ele geçirdiğinde, kendisine yapılanların aynısını başkalarına yaptığına çok şahit olmuştu. Maalesef, insanların çoğu; korkuyorsa ya da menfaati varsa, karşısındakine dalkavukluk yapıyor, alçalabiliyordu. Bunun, zamanla devirle alakası yoktu. Doksan yılı aşan ömründe, hemen her şeyin değiştiğine, ama insanın genel karakterlerinin asla değişmediğine yakinen şahit olmuştu İlyas Hoca. Hatta o kadar ki; adeta Nuh aleyhisselam’ın çağı ile bugünkü modern dünya arasında yaşanan tüm değişimi, hızlı çekim görmüş gibi idi. Çocukluk çağının köy yaşamı ile yüzlerce, hatta binlerce yıl önceki yaşam arasında fazla bir fark olduğunu sanmıyordu. Daha yetmişbeş seksen yıl evveline kadar, binlerce yıl evvel nasıl tarım ve hayvancılık yapılıyorsa; köylüleri aynı şekilde tarım ve hayvancılık yapıyorlardı. Yeme, içme, barınma ve ısınma ihtiyaçlarını karşılama şekillerinin yüz yıllardır değişmediğine yemin edebilirdi. Öküzlerin çektiği kara saban ve döğene dayalı bir tarım, orak ile yapılan hasat. Aydınlanmada kullanılan yağ, hatta ev yapım tekniklerinin bile değişmediğine emindi. Belki avda ve biribirlerini öldürmekte kullandıkları silahlar değişmiş olabilirdi; okun yerini ‘delik demir’ almıştı. ‘’Almaz olsa idi keşke’’ diye düşünüyordu İlyas Hoca. Belki o zaman insanlar, biribirlerine bu kadar kolay zulmedemezlerdi. Sanki diğer coğrafyalarda durum çok mu farklı idi ki? İnsanlık, sonuçta insanların öldürüldüğü savaşları, uydu telefonları aracılığı ile televizyonlardan futbol maçı seyreder gibi canlı izlerken;  teknolojide çıktığı zirvelerin aksine, insanlık ve fazilet adına, düştüğü çukurun farkında bile değildi. Üç damla petrol uğruna, oluk gibi kan akıtmaktan çekinmiyorlardı. Çocukluk yıllarında, babası ve babası yaştakiler, savaşlarda neler çekmişlerdi. Onlar cephelerde ölürken; kendileri de adeta yavaş bir ölümü yaşamışlardı köylerinde, aç ve sefil. Babasız çocukların, dul ve çaresiz kadınların çektiklerini hangi lisan anlatabilirdi ki? Sonra ilk gençlik yıllarında, ikinci büyük savaş dünyayı ateşe vermişti. Dünya Savaşı’na noktayı koyan atom bombası ise; başlı başına bir felaketti. Yüzbinlerce insanı anında, onun birkaç katını ise; anında ölenlerin yaşadıklarını mumla aratan ölümlerle öldürmüştü. Ama bunca felaketler, insanlık vicdanında bir yankı oluşturamamıştı anlaşılan. ‘Hak’ denilen şey, ne yazık ki haklının değil, güçlünün oluyordu. Birkaç milyonluk nüfusa sahip yahudiler, yüzlerce milyon dindaşı bulunan insanları, bütün dünyanın naklen seyrettiği savaşlarda; fosfor bombaları ile yakıyor, zamanında Hitler’in kendilerine yaptığının birkaç kat fazlasını, çoluk çocuk demeden, masum insanlara yapıyorlardı da insan hakları ve demokrasi nutukları atanlar, gıklarını bile çıkarmıyorlardı. Gücü ve medyayı elinde tutanlar, mazlumu zalim, zalimi mazlum göstermekte son derece mahirdiler. Öldürülen foklar için ayağa kalkan dünya kamuoyu, diri diri yakılan çocuklar için kılını bile kıpırdatmıyordu. Ne yazık ki; adı müslüman olan insanların hem İslam coğrafyasında hem de batı coğrafyalarında ortaya koydukları terör hareketleri; yapılan mezalimi maskeliyordu. Halbuki terör ne kadar yanlışsa, devletler eli ile yapılan zulümler de o kadar haksızdır. Ülke içinde de benzer şeyler yaşanıyor, gücü ve iktidarı elinde tutanlar; kendileri dışındakilere hayat hakkı tanımıyorlardı. Hasılı; teknolojide zirvelere çıkan insanlık, insanlık ve erdem adına, tam bir çöküntü yaşıyordu.

İlyas Hoca, köyden ayrılıp gittiğinde, hele de daha önce sadece adını duyduğu Adana’yı görünce; kendi köyündeki yaşamın ne kadar ilkel kaldığının farkına varmıştı. Sonraki yıllar, hem diğer yerlerde, hem de kendi köyünde değişim çok hızlı olmuştu. Şimdi ise değişimin hızı, iyice baş döndürücü bir hale gelmişti. Cebe sığabilen küçücük bir araç ile Dünyanın öbür ucundaki evlatlığı ile anında yüz yüze imiş gibi görüşebiliyordu. İnternet bağlantısı olan herhangi bir yerden, dünyanın herhangi bir yerini canlı izleme imkanı vardı. Hey gidi diye düşündü İlyas Hoca, nereden nereye? Aylarca süren yolculuklar, birkaç saate inmişti. Keşke diye hayıflandı sonra, keşke insani değerler de; teknoloji kadar, hiç olmazsa onun yarısı kadar gelişebilse idi. Ama köyün ve ülkenin gençlerinden umutlu olmak istiyordu İlyas Hoca. Hemşerileri arasındaki dayanışma ve köylerine sahip çıkma duygusu, yitirilmemeli idi.

Parkelerin üzerinde kavgaya tutuşan serçeler, düşüncelerini böldü. Acaba neyi paylaşamıyorlardı, koskoca, bomboş köyde? Gözünü köyün birkaç kilometre kuzeyindeki dağlara çevirdi. Mor renkli, çıplak dağlardı. Daha küçücük bir çocuk iken; dağlara baktığında hüzünlendiğini, ‘’dağlara bakınca niçin ağlamaklı oluyorum’’ diye anacığına sorduğunu hatırladı. Şimdi bile, seyrederken çocukluk günlerindeki hüzün çöküyordu yüreğinde bir yerlere. Çocukluğundan beri, köyün en az değişen yeri, dağlardı. Tek fark, çocukluğunda dağdaki gevenler, köylüler tarafından toplandığı için dağda rahat dolaşılabiliyorken; şimdiler, gevenlerin her yanı kaplaması nedeni ile dağların artık gezilemeyecek kadar dikenlik haline gelmiş olması idi. Yaklaşık elli yıldır köyde keçi beslenmesi yasak olduğundan, köyün çevresi oldukça ağaçlanmıştı. Hatta hiç ağaç olmayan kel tepeler bile ağaçlarla kaplanmaya başlamıştı. İlyas Hoca’nın en çok da bu hoşuna gidiyordu. Köy arazisi yavaş bir hızla da olsa ağaçlarla kaplanıyordu. Üstelik yeni nesil gençler, ağaçlandırma konusunda da oldukça gayretli idiler. Sağa sola epeyce ağaç dikmişlerdi. Acaba, şöyle yüz yıl sonra, köyün manzarası nasıl olurdu? Tabii bunu ancak hayal edebilirdi. İçini bir hüzün kapladı İlyas Hoca’nın. Hangi yüz yıl sonrası? Yaşı doksanı devirmişti. Daha ne kadar zamanı kalmış olabilirdi ki? Dünyadan ayrıldığında; kendisinden geriye, buralardan bir İlyas Hoca’nın geçtiğini gösterecek ne kalacaktı ki? Dünya’da bir dikili ağacı olmayan, kimi kimsesi yok, bir garipti sonuçta. Sadece, köye isteksizce gelen ikinci karısı vardı dünya yüzünde. Çocuğu olmamıştı. İlk karısı ile çok doktor gezmişler ama çare bulamamışlardı. Gittikleri her doktor, kendisinin çocuğunun olamayacağını söylemişti. Sonunda kendileri de umutlarını kesmişler, karısının akrabalarından bir çocuğu evlat edinmişlerdi. Yıllarca ona emek vermiş, okutmuşlardı. Şimdi Amerika’da mühendisti. Sağ olsun, boş bırakmaz, arada arardı ama İlyas Hoca kalbindeki en mutena kompartmanın hep boş kalacağını biliyordu; öz çocuğunun konaklamasını istediği kompartmanın. İlk eşi rahmetli olduktan beş yıl sonra yeniden evlenmişti. Yeni karısı, kendisinden yirmi yıl daha gençti ama sonuçta o da yetmişi devirmişti. Köye ilk defa geri döndüğü onbeş yıl önce, babasının tarlalarından birine, küçük bir ev yaptırmıştı. Arada yazları geliyor, bir iki ay kalıyordu. Hiç de iyi hatıraları olmayan bu köyü, yine de özlüyordu. Bazan düşünüyordu da; ‘’bu köyün nesi beni çekiyor’’ diye, bir cevap bulamıyordu. Galiba gençliğini, çocukluğunu, geçen ömrünü arıyordu. Yoksa gezip gördüğü yerlere göre, öyle ahım şahım bir özelliği yoktu ki köyün. Kim bilir, belki de ‘’toprak çeker’’ sözü doğru idi. Evet, doğup, çocukluğunu yaşadığı köyü, kendisini çekiyordu. ‘Ötelere’ gitme vakti yakın olmalı idi.

İlyas Hoca köyü hayallerken, birkaç ihtiyar daha gelmiş ve yanına oturmuşlardı. Ordan burdan konuşuyorlar, biribirlerine takılıyorlardı. Sohbet devam ede dursun, meydana açılan ana yoldan siyah renkli, koca bir jip göründü. Homurtu ile yaklaştı ve meydandaki dut ağacının gölgesine park etti. Arabadan, köylülerin tanımadıkları beş kişi indi. İnen şahıslar köylüleri selamladılar. İlyas Hoca’nın gözü, aracı kullanan yirmibeş-otuz yaşlarındaki gençte takılı kaldı. Zihni bir anda yıllar öncesine kayıverdi. Esmer tenine inat, bembeyaz dişleri ile gülerek kendisine bakan, uzattığı parayı alması için ısrar eden Kara Veli’nin oğlu Seyit’i gördüğünü sandı. Zihninde, kendisine uzattığı bozuk paraları alması için ısrar eden, ‘’ al işte kerata, darılırım bak’’ diyen Seyit’in sesi yankılanıyodu. Ne tuhaftı, dünü hatırlamakta zorlanıken, seksen yıl öncesini dün gibi hatırlıyordu. Tokalaşmak üzere elini uzatan misafire gayri ihtiyari;

— Hoş geldin Seyit Ağam deyiverdi.

TAŞ KINASIHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin