Zaman hızla tükenirdi. Nasıl olduğunu anlamadan bir bir dakikalar geride kalır ve anılara dönüşürdü birlikte geçirilen anlar. Üzücüydü belki de böyle değerli anların artık sadece insanların zihninde yaşayabilmesi. Tekrar tekrar oynatılırdı ve belki de aynı hisleri yaşatabilirdi sanki ilk defaymış gibi. Bazen ise geçip gitmesi istenirdi bütün kötülüklerin geride kalması için. Unutmak isterdi insan.
Jongdae hayatının çoğu anını hatırlardı. Bu bir hediye gibiydi belki de ama söylenen sözleri ve yaşattığı duyguları hatırlamak bazen sadece lanet gibiydi.
Jongdae çocukluğunu çok severdi. İki katlı evlerinin bahçesindeki salıncakta kıvrılıp yattığı, anne ve babasıyla beraber tepenin başındaki büyük ağacın altında oturup piknik yaptığı, yemyeşil çayırlarda elinde beyaz bir çiçekle koştuğu, tavan arasındaki odasında dışarıda yağan bahar yağmurlarını dinlediği o günler hazinesinin en değerli parçalarındandı. Mutluluk duygusu her zaman bütün vücudundan taşardı ne zaman hatırlasa.
Büyüdükçe ise her şey değişmeye başlamıştı. Zaman boşça geçirilmeye başlanmış, anılar birer birer küllere dönüşmeye başlamışken Jongdae aklından silmek istiyordu hepsini. Baba figürünün hayatından çekilip alınışını, kendinden bir parça olarak verdiği sevgisine ihanet edilmesini ya da severek büyüttüğü beyaz kedisinin kendinden sonsuza dek ayrılmasını… Her birini aklından çıkarıp tamamen yok etmiş olabilmeyi diliyordu. Tam tersine hepsi daha da artmış ve aklını bulandırmaya başlamışken Jongdae de onlara uymuş ve yavaş yavaş kabuğuna çekilmeye başlamıştı.
Sonrasında ise bir hüzün duygusu yer edinmişti ince bir tabaka halinde. Hiçbir şeyden tat alamamaya başlamıştı. Gülüyordu ama sadece ortama uyum sağlamak için. Dışarıya çıkıyordu ama sadece etrafındakileri mutlu edebilmek için. Hayatını anlamsız bulmaya başlamıştı, kendisi için yaşamaktansa başkaları için yaşamaya başlamış gibiydi.
Sürekli bir şey olmasını bekler haldeydi içten içe. Sonunda ise o şey gerçekleştiğinde Jongdae hafiflediğini hissetmişti. Sanki kafasındaki sesleri susturabilmiş, anıları olması gerektiği gibi unutup geride bırakabilmiş gibiydi. Tekrardan nefes alabilmeye başlamışken giden boşça harcanmış olan günlerin yerine geçecek olan yeni anılar yaratmaya tamamen hazırdı.
Şimdi ise yeni edindiği arkadaşlarıyla beraber bir alışveriş merkezinin her katını talan ediyordu. Önünde Baekhyun yavaş yavaş yürüyüp her vitrine özenle bakarken sağında Yifan uzun süredir dolaştıklarından dolayı şikayet edip duruyordu. Yifan Junmyeon’un koluna asılmışken “Hadi gidip oturalım. Çok yoruldum Jun.” diye mızırdanıyordu. Junmyeon ise onu umursamadan alışveriş merkezinin o katına açılmış olan sergideki nesneleri inceliyordu.
Jongin az önce önünden geçtikleri oyuncak dükkanına girmişti ve Minseok ile Luhan’ın nereye kaybolduğu ise belli değildi. Onları merak ederken, Jongdae elleri kabanın ceplerinde bütün hepsinin ortasında kalakalmıştı. Alışveriş yapmaktan çok hoşlandığı söylenemezdi. Ne zaman dışarı çıksa genelde bir kafeye oturur ve saatlerce yazardı. Sayfalar tükenirdi, bir kahve bardağı alınır yerine yenisi bırakılırdı ama Jongdae yine de bırakamazdı.
En sonunda ayakta durup beklemek yerine koridorun kenarında duran sandalyelerden birine oturmuş ve diğerlerini beklemeye başlamıştı. Yifan’ın sandalyeleri gördüğü halde neden hala daha Junmyeon’u rahatsız ettiğini merak etti bir anda. Uzun boylu gencin dudaklarını büzmüş haline bir bakış attıktan sonra ise sadece gülmüş ve kafasını arkasına yaslayıp gözlerini kapatmıştı. Duvarlardaki hoparlörden yayılan klasik müziğin sakinleştirici etkisiyle vücudu gevşemeye başlamışken bu anını Luhan’ın tiz sesi bölmüştü.
Gözlerini açıp sesin geldiği yöne baktığında elinde kocaman bir pelüş ayıyla gelen Jongin’i ve onun yanında yürüyen Minseok ve Luhan’ı görmüştü.
“Hyung neden bana da almıyorsun?”
“Jongin’e de ben almadım Lulu.”
“Jongin’i önemseyen kim hyung? Ben sadece senin bana bir pelüş almanı istiyorum.”
Minseok onun bu çocuksu haline bir kahkaha atıp da eliyle gencin saçlarını dağıtırken “Tam bir bebeksin.” dediğinde Luhan kızarmış ve kafasını çevirmişti. Minseok yanındaki kahverengi ayının yumuşak dokusunu okşarken Luhan tekrar kafasını ona çevirip ışıldayan gözlerle ona bakmıştı.
Jongdae sabit bit yüzle onu incelerken sonrasında duyduğu gülüşle dikkatini Minseok’a çevirmiş ve siyah gözleriyle onu kana kana içmeye başlamıştı. Bal köpüğü rengini neredeyse üç gündür göremiyordu . Bu günlerde özlemi bir çığ gibi artmıştı ve en sonunda onu karşısında görmek kalbine iyi gelmişti. Yüzünde bir gülümseme oluşurken Minseok onun bakışlarını hissetmiş gibi kafasını ona döndürmüştü ve güneşten daha parlak bir gülümsemeyi ona sunmuştu.
Jongdae bu gülümsemeyi alıp da hazinesine eklerken Baekhyun sonunda elindeki poşetlerle yanlarına gelmişti.
“Artık gitmeliyiz.”
Yorgun bir sesle diğerlerine söylediğinde Yifan üzüntüyle eğdiği başını büyük bir hızla kaldırmış ve Junmeyeon’u neredeyse sürükleyerek çıkışa doğru ilerlemeye başlamıştı. Jongdae de oturduğu yerden kalkıp onlara katılmışken Baekhyun onun yüzüne bakmadan elindeki poşetlerden bazılarını taşıması için onun eline tutuşturmuştu. İtiraz edemeden yanından uzaklaştığında ise sadece derince bir iç çekmiş ve onları çıkışa doğru takip etmeye başlamıştı.
Alışveriş merkezinden dışarı çıktıklarında onları serin bir hava ve toprak kokusu karşılaşmıştı. Gökyüzü gri bulutlarla kaplanmışken yağmur damlaları hızla yeryüzüne düşüyordu. Jongdae gökyüzüne bakıp da eve gidene kadar ne kadar ıslanacağını düşünüyordu. Tam hiçbir şeyi umursamadan yağmurun altına adım atacağı sıradan kafasının üstünde bir şemsiye belirmişti. Yanında baktığında ise ona bakan Minseok’u bulmuştu.
Herhangi bir şey demeden birkaç saniye bakışmışlardı. Kahverengi gözler kendi siyahlarına öyle güzel bakıyordu ki içindeki dalgalar coşup da yeni inşa edilen limanını döverken, Jongdae Minseok’un o limana demir attığını hissediyordu. Birkaç saniye geçtikten sonra ikisi de hafif bir utançla kafalarını önlerine eğmiş ve sonrasında caddeye adım atıp karşıya geçmişlerdi. Kaldırımda yürümeye başlamışlardı yavaşça, adımları fark etmeden birbirlerine uymuşken ikisi de tek kelime etmiyordu. Bazen konuşmaya gerek yoktu, sadece yanındaki varlığı yetiyordu.
Damlaların şemsiyeye çarpış sesi caddeden geçen arabaların sesine karışırken biraz daha ilerlemişler ve sola dönmüşlerdi. Bu sokak daha sessizdi ve iki yanında uzanan kiraz çiçekleriyle kartpostallara layık bir görüntüye sahipti. Kiraz çiçeklerinin narin pembe yaprakları doygun yağmur damlalarına dayanamayıp da birer birer yeryüzüne doğru iniyorlardı.
Üzerlerinde yükselen siyah şemsiyeyi tutan Jongdae idi ve birkaç adım sonrasında Minseok yanında ilerlemeyi bırakıp Jongdae’nin de durmasına neden olmuştu. Jongdae merakla ona dönüp bakarken Minseok ise olduğu yerde kafasını yukarıya kaldırmıştı.
Gözleri kapanmışken damlaların yüzünü yıkamasına izin veriyordu, yüzünde yumuşak bir gülümseme vardı. Yağmurun getirdiği tazelik beyaz yüzünde yer edinmişti ve kollarını iki yana açıp da kendi etrafında dönmeye başladığında ise o tazeliği etrafına yaymaya başlamıştı kahkahaları sokağı doldururken. Hissettiği çocuksu neşe her bir hücresinden çıkıp Jongdae’ye ulaşıyor ve içinin sımsıcak olmasına neden oluyordu.
Jongdae önünde gerçekleşen olayı özenle kaydediyordu belleğine. Minseok yerinde durup gülümseyerek ona baktığında ise nefesinin kesildiğini hissetmişti. Saçları yüzüne yapışmışken kahverengi gözleri eğlenerek ona bakıyordu. Birkaç damla elmacık kemiğinden kayarak pembe dudaklarına doğru iniyordu.
Minseok önünde oturulup saatlerce bakılacak bir sanat eseri gibiydi ve Jongdae bütün ömrünü harcamaya hazırdı.
Yağmur damlaları ağaçların yapraklarına kalp parçalayacakmış gibi düşüyordu. Havada yağmur kokusu asılıydı yanında lavantanın etkileyiciliğiyle. Bir rüzgar okşuyordu beyaz tenini, içindeki lekeleri birer birer yok ediyordu. Zayıf hatıraları bulanıklaşıp gidiyordu arkasına bakmadan. Yepyeni kavanozlar yer ediniyordu her bir yeni hatıra ve umut için. Minseok’un kahverengi gözleri uzun bir gecede onu yalnız bırakmayacağının vaadini veriyordu. Jongdae ise Minseok’u çiziyordu her bir küçük detayıyla. Kazıyordu onu küçük fırça darbeleriyle kalbine onu anlayarak ve hissederek.
Onu sevmeye başlıyordu her bir detayıyla tamamen hayatına katarak.Ah o bakışlar...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
april, and a flower
FanficBaharın gelmesini bekleyen yalnız bir ruh ve sevgiyi hissetmek isteyen umutsuz bir ruhun hikayesi.