GİRİŞ

460 66 0
                                    

[YAKINDA 2017 - 2019 YILINDA ÇIKAN İKİ KİTABIMI DÜZENLEYİP TEK KİTAP HALİNE GETİRECEĞİM.]

1. BÖLÜM: KEŞİF VE SIR

Yirmi iki yaşına yeni ayak basmış, kumral, altmış beş kilo, bir metre yetmiş yedi santim boyunda, kahverengi gözlü ve ülkesinin en iyi üniversitesinde okuyan, Jeoloji Mühendisliği son sınıf öğrencisiydi Serkan. Aynı zamanda, hedefleri doğrultusunda çift anadal programı ile Arkeoloji son sınıfta okuyordu.

Normal şartlarda, meslek lisesinden mezun olduğu için lise bilgisiyle rahatlıkla iş bulabilir, hatta kendi işletmesini açabilirdi. Açabilirdi ama o, Jeoloji Mühendisliği bölümünü okumak istemiş, okumaya başladığında daha fazlasını yapabileceğini gördüğü için de ek olarak çift anadal programı ile Arkeoloji bölümünü seçmişti. Çünkü seçtiği bu meslekler onun için daha fazla para kazandıran meslekler olmasından ziyade adeta bir tutkuydu. Zaten küçük yaşlardan itibaren çeşitli taşları arayıp biriktiren, gezmeyi, incelemeyi, doğa ile iç içe olmayı seven birisiydi. Annesi ile köye gittiği zaman içi içine sığmaz, köye gider gitmez evde durmak yerine, üstünü değiştirip hemen keşfedilmemiş, herkesin gitmeye korktuğu yerlere giderdi. Köyde olduğu zamanlar zamanın nasıl geçtiğini anlamaz, hiçbir zaman onu doğadan ayıran şehre, "Betondan hapishaneler" diye adlandırdığı, üst üste yığılmış binalara dönmek istemezdi. Ama imkânlar ve kurulu düzeni onu bu hapishanelerde yaşamaya mecbur etmişti. Bu nedenle belli bir müddet de olsa sabretmek zorundaydı, biliyordu...

Okuduğu okulun Ankara'da olması, Trabzonlu olduğundan dolayı onu başlarda sıkmış olsa da, etrafı tanıyıp Jeoloji derslerini de almaya başladığı vakit okulu çok sevmişti. Bu sevgisinden dolayı bir yandan verilen projeleri en iyi şekilde yaparken diğer yandan okulun olmadığı, haftanın üç günü çalışmak üzere, değerli taş ve madencilik faaliyetleri için devamlı farklı şehirlere geziler düzenleyen bir şirkete, mesleği öğrenmek için başvurmuştu. Araştırma isteği, merakı ve meslek tutkusu hemen anlaşılmış olmalı ki zorluk çıkarılmadan kabul edilmiş, üstelik girdiği şirkette de kısa sürede kendini sevdirmeyi başarmıştı. 

Okulu sebebiyle şirketin çoğu gezilerine katılamasa da geziden dönenlerin tüm sohbetlerini ayrıntısına kadar dinlemeyi severdi Serkan. Dinledikçe okulunun bitmesi için gün sayardı. Mesleğine o kadar tutkuluydu ki okul tatillerinde Trabzon'a ailesinin yanına gitmek yerine, şirket işleriyle ilgilenir, gezilere katılırdı. Ailesi ise onun küçüklüğünden beridir süregelen bu merakını görür, ses etmezdi. 

Öte yandan o, ne kadar meraklı ve istekli olsa da her şey hayâlindeki gibi dört dörtlük gitmiyor, hayatın gerçekleri arada bir yüzünü acıtıyordu. Bu gerçeklerden biri şirketin patronu olan Engin'di. Engin, bir metre yetmiş santim boyunda, altmış beş kilo, ela gözlü, esmer tenli biriydi. Güç ve para uğruna her şeyi yapabilecek tipti. Nitekim, kendi işlerini de Serkan'a yükler, onun başarısını, sevilmesini çekemezdi. Çekemezdi lâkin her işe koştuğu için de onu kovmak işine gelmezdi. Şirketin vizyon ve misyonuna ters işler yapar, nerede onun için kârlı bir iş varsa oraya koşardı. Üstelik bencilliği bir yana, tüm başarısızlıklarının acısını de Serkan'dan çıkarırdı. Serkan ise tam aksine insanlara yardım etmeyi seven, daima "ben değil, biz varız" diyen biriydi. Şirkette çok sevildiği ve çok sevdiği insanlar olduğu için, kendinden kaynaklanan bir problem olmadığını da bildiğinden, patronu dahi olsa bu bir kişinin onu sevmemesi, onu çekememesini önemsemez, sabırsız biri olmasına rağmen, zor da olsa her seferinde sabretmeyi başarırdı.

Okulunda, mühendislik fakültesinin, dolayısıyla sınıfının da en başarılı öğrencisiydi Serkan. Gözlük takması, en önde oturması, kimseyle işinin olmaması ve sürekli merakından sorular sorması onu sınıfın ineği konumuna getirmişti. Zaten sınıfta ve okulda da ona bir kısım öğrenciler "İnek" diyordu. Ama o, meslek lisesi çıkışlı olduğu için bunları önemsemiyordu. Çünkü biliyordu ki kendisi de lisede aynı şeyleri, sınıfındaki başarılı bir arkadaşına yapmıştı. Liseyi zorla bitirmiş, hayatı kavrayamadığı için lisede başına türlü belâlar gelmişti. Ama yaşı geçip hayatı anladıkça yaptıklarına pişman olmuştu. Bu yüzden onların kafa yapısını anlayabiliyordu. Hem zaten, okula başladığında altmış kişi olan sınıf, daha ilk dönemden kırk beş kişiye, son sınıfta yirmi kişiye kadar düşmüştü. Kimi derslerin zorluğundan, kimi de mesleğinin ülkesinde hak ettiği değeri görmediğinden şikayetçi olup okulu bırakmıştı. Bazıları ise çevresindekilerin "Boşuna okuyorsun, benim amcamın oğlu da okudu üç senedir boş. İş bulamıyor." ya da " Bu meslek kızlara göre değil. Elinin ojesiyle bulaştığın işlere bak" diye doldurulup okulu bırakmıştı. Bu kişiler önemli olanın kendini geliştirmek olduğunu daha kavrayamamışlardı. Hele de ülke sınırları içerisinde en kaliteli bölüm eğitiminin verildiği bir üniversiteyi türlü bahanelerle bırakmak, gerçekten takdire şayan bir şeydi(!) ki okul tarihinde okulu bitirip boş kalan olmamıştı. Boş kalanlar, maaşı beğenmeyip keyfine işe girmeyenlerdi. Zaten birçoğu okulun zorluğunu bahane edip mesleği öğrenmek adına bir şey yapmayan tiplerdi. Bölüme bilerek, isteyerek gelen sayısı çok azdı. Genellikle üniversitenin adına veya bölüm puanının diğer mühendislik bölümlerine nazaran daha düşük olmasına aldanılmıştı. Serkan'a da üniversiteye girmeden önce türlü laflar söylenmişti ama o, hayâllerinden ve tutkusundan hiçbir zaman vazgeçmemişti. 

Okulda ve dahi sınıfında yardım ettiği çoğunluk kitlenin varlığını önemsememesi bir yana, hocaları ve okulundan küçük bir arkadaş kitlesi Serkan'ın dürüstlüğünü çok seviyordu. O, çevresinde, on tane on kuruş da bir lira yapar, iki tane elli kuruş da diye düşünenlerdendi. Çevresinde fazla insan olmasına gerek olmadığı düşünür, az ama öz olsun isterdi. Serkan'ın üniversitedeki en yakın arkadaşları, Tarih ve Dil Bilimleri okuyan, bir metre yetmiş santim boyunda, altmış yedi kilo, kahverengi gözlü, esmer bir kız olan Hayâl, İnşaat Mühendisliği okuyan, bir metre yetmiş iki santim boyunda, esmer, yeşil gözlü, doksan üç kilo olan Selim ve Serkan'la aynı sınıfta okuyan, memleketlisi, bir metre altmış yedi santim boyunda, kahverengi gözlü, yetmiş üç kilo olan Asya'ydı. 

Hayâl ile Serkan'ın karakterleri, yaşamları birbirlerine şaşırtılacak derecede benziyordu. Bu yüzden Serkan ile Hayâl'in arası çok iyiydi. Birbirlerini tanımadan önce, okul kütüphanesinde sürekli karşılaşmasına karşın ilk sene hiç konuşmadılar. İkinci sene, kütüphanede Hayâl kitap ararken Serkan'ın yardımcı olmasıyla tanıştılar ve birbirlerini tanıdıkça hem şaşırdılar, hem de arkadaşlıkları kuvvetlendi. Hayâl, bilgisiyle takdir edilen biri olmasına karşın, arada karamsarlığa düşen bir yapıya sahipti. Böyle zamanlarda Serkan onu motive ediyor, Hayâl onun bu yönünü çok seviyordu. 

Selim ise Serkan'ın ev arkadaşıydı. Kimi zaman komik, kimi zaman dalgacı, çok konuşkan olan, işine gelen şeyleri en iyi şekilde yapan ama işine gelmedi mi tembelleşen, eğlenceli bir tipti. Selim, Asya'yı seviyor ama ona bir türlü sevdiğini söyleyemiyordu. 

Asya, güzelliği ile herkesin gözdesi olan, bu güzelliğine nazaran yerli yerinde gösterdiği hırçın tavırlarla birlikte herkes tarafından saygı duyulmayı başaran, süslü giyimli, bitkilere karşı ayrı bir sempati besleyen, sınıfta ya da herhangi bir yerde memleketlisi Serkan'a takıldıklarında onları en ağır şekilde azarlayan, Serkan'ı her zaman takdir eden biriydi. Çünkü Serkan, Asya'ya okul başlarında çok yardım etmişti. Zaten tanışmaları da Asya'nın Serkan'dan ders konusunda yardım istemesiyle başlamıştı.

Serkan'ı takıldığı konularda bilgilendiren ise bölüm başkanları olan Hamit Hoca'ydı. Hamit Hoca, ellili yaşlarda, emekliliği yaklaşmış, saçları dökülmüş, sakalları beyazlamış ama yaşına göre gayet dinç, dinamik bir hocaydı. Serkan'ı kendi küçüklüğüne benzetir, bu yüzden onu çok severdi. Serkan da hocasının ona bu denli iyimser olduğunu görür ve her dediğini pür dikkat dinlerdi. Her sıkıntısında yanına gider, gerek meslek tecrübesi, gerek hayat tecrübesi yönünden dersler alırdı.

Bunca güzelliğe karşın bir de sınıfında ona sürekli takılan ve şirketteki belası olan, Engin'in akrabası Taner vardı. Taner yirmi dört yaşında özel liseden mezun, parası bol olan, mavi gözlü, sarışın biriydi. Her fırsatta Serkan'ı karalamaya çalışır ama sonunda hep kendi rezil olurdu. Ufak bir şey olduğunda Hamit Hoca'ya şikayet ederdi. Hamit Hoca onun bu huyunu bildiği için bir şey yapmazdı. Serkan onu uyarmasına karşın o yine bildiğini okurdu. Defalarca Serkan'a çamur atmasına rağmen, Serkan zekası sayesinde, her defasında, onun üstesinden geliyordu. Zaten Taner, pek de akıllı biri değildi. İşi gücü kızlardı. Sınıfı da zor geçmişti. 

Şirkette Engin, okulda Taner'in başına açtığı tatlı sıkıntılar eşliğinde Serkan, nihayet beklediği Mayıs ayının gelmesiyle birlikte, dolu dolu geçirdiği son okul döneminin sonuna doğru geliyordu. Bu durum, Jeoloji derslerinin teorik kısmının bitmeye yakın olduğunun işaretiydi. Artık sırada, son sınıfta olmasından kaynaklı, son pratik dersleri vardı. Ve bu dersler, her sene üniversite tarafından bedavaya yapılan kültür ve meslek turlarıyla sağlanıyordu. 

Okulun bitmesi yaklaştıkça karışık duygulara bürünüyordu Serkan. Bir yanı, okulu bitiriyor olduğundan dolayı artık faydalı şeyler yapabilecek, belki de insanlık adına yeni bir şey üretebilmeyi başarabilecek, dahası kendi emeğiyle para kazanıp hayatını daha iyi bir yere getirebilecek olması adına seviniyordu. Diğer yanı ise arkadaşlarından ayrılacak olmasına üzülüyordu. Çünkü biliyordu ki okul, onlara anı yaşatıyordu. Lâkin okul sonrası, onlara ancak okul anılarını anımsatacaktı. Kim bilir, belki de bunu kırmayı başarabilecekler, yaşları kaç olursa olsun her buluşmalarında, tıpkı okuldaki gibi, birlikte, sonunda eğlenebilecekleri yeni maceralara atılacaklardı. Bilemiyordu Serkan, hiç bilemiyordu...

EYA KEŞİF VE SIRHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin