iki.

448 65 20
                                    

"Ölümden daha keskin bir bıçak yoktur."

İyi giderken ve yolunda bir şeyler. Gülümserken sürekli ve düzenliyken uykuları insanların. Bilirsiniz tepetaklak olur bazen her şey. Ne kadar iyiyse birkaç saat önce, bir o kadar tersine döner düzen. Ölüm işte bu, insanı, öldürüyor. Ne garip.

-Kaybetmek kadar kötü ne var bu dünyada anne?
+Bir daha hiç kazanamayacak şekilde kaybetmek oğlum, sen düşünme ama bunları. Uyu.

Uyuyamıyorum, kafamda sabaha kadar dönüp duruyor şu sevdiklerim yerine mezara giresice dünya düzeni. Çünkü bazen geri dönüşü olmaz ya işlerin, olayların, yapılanların. Otobanda yanlış yola girmek gibi değil de otobanda şarampole yuvarlanmak gibi olur bazen işler, istemeden.

Olmasa keşke.
Ölmese babalar.
Ölümsüz olsa anneler veya herkes aynı anda ölecek olsa. Kesik veya morlukların acısı kalsa sadece insanların aklında, morg kokusunu unutmak için litre litre parfüm içesi gelmese kimsenin.

Mezar kazmayı bilseler çocuklar ama mezar kapatmayı hiç öğrenemeseler mesela. Mezar taşları hiç icat olmasaydı falan işte.

"Ecelin kesemeyeceği ip, çözemeyeceği düğüm yoktur oğlum."

Bazen anlatamazsın, yazman gerekir.
Yazıyorum, bakın şimdi;

Babam öldüğünde çocuktum. Çok küçüktüm. Gözlerim uykusuzluktan mosmor olmuştu ama kapıya sabahlara kadar en sevdiğim çizgi filmi izler gibi bakıyordum .

"Gelecek babam, di mi anne?"

Yemekten önce mutlaka ellerimi yıkıyordum kızmasın diye. Uyandığımda, uyuduğum için kendime kızıyordum.Gelir de gelişini göremezsem affedemezdim çünkü kendimi. İçime hep atlet giyip, terleyince ceketimi çıkarmıyordum. Tabağımda yemek bırakmıyordum. Ayakkabıyı sağdan giyip soldan çıkarıyordum. Anlarsınız işte kızmasın diyeydi.

Biliyor musunuz, hiç kızmadı.

Okula başladım, büyüdüm birazcık daha tabi. Seviyordum okula gitmeyi ve biraz olsun alışmıştım yokluğuna. Acaba gelmeyecek mi diye soruyordum bazen kendime ister istemez, sonra aynı hızda babamın bana öğrettiği gibi 'Allah'ım çok tövbe istemeden dedim' diyordum. Kızıyordum kendime, gelecekti. Gelmeliydi.

Babam canımı ilk defa, öğretmenimin, onun nerede olduğunu sorduğunda acıttı.

Bilmiyorum dedim,
güldüler.

'Gülmeyin, gelecek birazdan.'

Gülmediler ondan sonra ama hala gelmemişti. Okumayı sökmeye çalışıyordum, babam geldiğinde ona gazetesini okuyacaktım. Sevinsin diyeydi çünkü. Anlamışsınızdır, özlemiştim. Akıllı çocuktum, okumayı söktüğümde yakalığıma kırmızı kurdele taktılar. Sonra bayram tatili girdi araya.

"Baba, orada olmalıydın. Bayramlarda bana para verirdin, namaza giderdik. Geç kalmamalıydın, gelmeliydin işte be."

Dedem yanımdaydı bu sefer. Bayram sabahı bana şeker verip arabaya bindirdi. Saniye saniye aklımda hala her anı. Dikiz aynasına asılı olan kokulu reklam küpürünün üzerinde yazanı okuyordum, dedem aferin oğluma falan diyordu işte, gururluydum.

Bir süre sonra dedem durdu ve beni arabadan indirdi. 'Gel şimdi oğlum dedi, seni birinin yanına götüreceğim.' Dedikten sonra elini tutup yürümeye başladım, kalabalıktı biraz ve beyaz taşların üzerine yazılar yazmıştı amcalar. Taşların başlarında ağlayan bir abla ve benim yaşlarımda bir çocuk vardı. Sordum dedeme neden ağladıklarını, 'Gel sen oğlum dedi' geldim.

"Hayatımda okuduğum ilk mezar taşı babama aitti."

Dedem ağlıyor gibiydi. Okumamı söyledi. İçimde artık okuyabiliyor olmanın verdiği gururla hecelemeye başladım. Hu,Lu,Si Çağ, La,Yan. Böyleydi.

Dede, bu babamın adı! Kendisi yakınlarda mıdır acaba diye etrafa bakarken, dedemin toprağı gözleriyle ıslattığını gördüm. Anlamam birkaç dakikamı almıştı.

O,
çocuğun,
neden,
ağladığını.

Kafamda döndü durdu kelimeler, yakalayıp bir araya getirinceye kadar çok zaman geçti. Gerisi yok oralardan sonra. Çocukluğumun peçeteler eşliğinde anlatabildiğim günleri falan işte.

Çocuktum, çok geç anladım.

bir şeyler,Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin