nefes dört

56 10 2
                                    

NEFES DÖRT: Korkudan Kendi Evimden Bir Hırsız Gibi Kaçmak ve Gerçek Bir Hırsız Tarafından Suç Üstünde Yakalanmak.
          Annemin bahsettiği yarının, gerçekten bugünün bir sonraki günü olan gün olmamasından o kadar korkuyorum ki, ne kadar geç uyuyabilmiş olursam olayım, gün ağarmadan değil, kuşlar uyanmadan evden kaçıyorum. Çünkü sabah annemin ümidinin beklentisiyle uyanıp da karşımda sadece bir hiçlik bulursam diye çok korkuyorum. Sessizce kalkıp giyiniyorum. Yüzümü yıkamadan, bir yudum bile su içmeden kendi evimden bir sanki bir hırsızmışım gibi kaçıyorum, anneme söz verdiğim gibi boynumda bir atkıyla, ellerim gerçekler kadar çıplak ve hayallerim kadar korumasız bir şekilde.
           Daha ne zamana kadar başım önde, omuzlarım düşük, soğuktan tir tir titreyerek ve ellerim çıplak bir şekilde bu yarı kirli şehrin sokaklarını ağlamamak için direnirken arşınlayacağım bilmiyorum. Keşke öne eğik başım bir duvar kadar sert bir bedene çarpsa da o beden masallarda bahsi geçen kurtarıcı olsa diyorum arada sırada. Her şeyi tamamen unutmuş halde yalnızca kendim için yaşasam sonra. Daha ne kadar gerçeklerin duvarına çarpmak zorundayım ki? Bu hayatı seçmedim belki ama bu hayatı kurmaya mecbur bırakıldım. Kalmak benim kararım, okulu bırakmak benim kararım, çalışmak benim kararım, bol kazaklar giymek benim kararım ancak daha iyi şartlara sahip olsaydım yine aynı şeyleri seçer miydim? Bedenime oturan kazaklar giymek varken bu çirkin kazakları ne diye giyerdim ki her şey yolunda olsa? Kendimi değerli hissedeceğim şekilde yaşamak varken neden bir gölge kadar süreksiz, silik ve yokmuşçasına yaşamayı seçecektim ki?

Bilmiyorum, elde edemediklerim içim yakınırken sahip olduklarımı küçümseyip küçümsemediğimi. Bilmiyorum, onlara haksızlık yapıp yapmadığımı.
Bilmemekten ve vazgeçmekten daha iyi yaptığım tek bir şey daha yok zaten.
          Güneş doğmadan kendimi sokağa attım diyeceğim ama güneş zaten yediden sonra doğduğundan günüme güneş doğmadan başlıyorum, bu kendimi karın tokluğuna çalışan köleler gibi hissetmeme sebep oluyor. Hay aksi şeytan, öyle kurnazsın ki özgür olduğunu iddia eden milyarları daha fazla hapsolmak için ayaklarına taş bağlamaya ikna ettin. Gerçekten, ama gerçekten Tanrı seni cehennemde çatır çutur yakar umarım çünkü bu saatte dışarda olduğum için sana her zaman olduğumdan çok daha fazla kızgınım.
           Dükkana gelmem gerekenden bir saat erken geliyorum, sabah ayazı çok ama çok keskin, ellerim soğuktan kızarırken hiç hoşuma gitmeyen bir şekilde acıyorlar, böyle çok üşümekten nefret ediyorum, bu ne soğuk diye ağlamak istiyorum başka hiç derdim yokmuş gibi ama var, o yüzden ağlamayı es geçip ısıtıcıyı en yüksek seviyede açıyor ve kendime süt ısıtıyorum. Kutudaki kurabiyelerden atıştırıyorum bir taraftan da sütümü içerken.
“Uf! Sinirlerim çok bozuk şu günlerde, şu sene bari çabuk bitse de bir an önce Sehun üniversiteye geçse.” diye yakınmaya başlıyorum, “güneş hala doğmadı, her iki anlamda da.”
“Doğmuyor o güneş.”
İşe koyulmaya daha zamanım olduğu için uzun uzun kendime acıyacak vaktim var, bunu o kadar çok özlemişim ki. Kirayı düşünüyorum, faturaları, annemin ilaçları, doktorunun parası, Sehun’un harçlığı, her ucu paraya çıkan günlük telaşlar, şükürler olsun ki Sehun lisenin başından beri burs alıyor ve eğitim ihtiyaçlarını oradan karşılıyoruz. Okulun ilk gününden beri onur listesinde, canım kardeşim benim. Onu daha çocukken küçük adam diye severdik, çok hoşuna gidiyordu. Olanlar olduğundan ve hepimizin ruhu bin parça dağıldıktan sonra, “Ben artık küçük adam olmak istemiyorum, ben sadece çocuk olmak istiyorum.” diye uzun uzun ağlamıştı evden kaçtığı bir gece onu salıncağın dibinde otururken bulduğumda. Salıncaktan düştüğü için üzeri toz içindeydi, dizleri ve dirsekleri yaralıydı, yüzü tozdan kirlenmişti ve sümüğünü çekip duruyordu, üzerine şehrimizin kokusu sinmişti, deniz, balık ve toprak kokuyordu. O zamanlar insanların üzerine sinmiş olan şehrimizin kokusundan rahatsız olduğumdan ona kokuyorsun diye takılmıştım yerde tam yanında, omzumu omzuna vururken. Sanki küçük bir çocuk değil de gerçek bir yetişkin gibi bana bakmış ve tam bir yetişkin gibi konuşmuştu. “Biz bu şehirin insanlarıyız abi.” demişti. “İstesek de istemesek de, fark etsek de fark edemesek de bu şehir gibi kokuyoruz ve bu şehirde tıpkı biz gibi kokuyor. Sen de en az ben kadar bu şehir kokuyorsun yemin ederim ki.” Kardeşim Sehun o gece büyümüştü, ilk kez o gece korkmuştu büyümekten, yetişkin olmaktan. Çocukluğunu özlemişti çünkü ufak kalbi o tasasız güzel günlerin çoktan geride kaldığını anlamıştı.
           O an kendimi ölecek kadar mutsuz hissetmiştim. Şehir gibi koktuğumdan değil, bunu zaten biliyordum. Kendimi çok mutsuz hissetmiştim çünkü Sehun’u bir çocuk bedeninde sıkışmış olgun bir ruh olmaktan koruyamamıştım. Ölmek istedim çünkü kardeşimin çocukluğunu koruyamamıştım, kardeşim gözlerimin önünde daha on yaşına değmeden çocukluğunu ve çocuk kalbini yitirirken hiçbir şey yapamamıştım. O an ilk kez annemizden ve babamızdan nefret ettim. Ölmelerini istedim. Kendimin de ölmesini istedim. Çünkü artık ben de bir yetişkindim ve yetişkinler affetmezdi, nefret eder ve intikam isterlerdi. Ölmek istedim ve ölmelerini, ama Sehun’un yalnız kalmasından çok korktum.
            Ona çocukluğunu veremeyeceğimi, onu eskiye götüremeyeceğimi biliyordum, ben de elimden geleni yapacaktım. Annemize ya da babamıza ihtiyacı yoktu artık onun. Ben vardım, artık hem annesi  hem babası olacaktım. Onu anne babamız dahi olsalar, kimseye muhtaç etmeyecektim, her ama her ne olursa olsun, benimle ağlayacak, benimle gülecekti, onu ben doyuracak, ben giydirecektim. Öyle de oldu. Şimdi geriye bir tek onu uçmaya hazırlamak ve uçması gereken gün geldiğinde özgürlüğüne kavuşturmak kaldı. O gün geldiğinde onu, içim kan ağlıyor, yalnız ve onsuz olmanın korkusuyla titriyor olsam da özgür bırakacağım. O benim gibi olmayacak. Gitmek istediğinde gidebilecek. Hem, kendi içimde yanan ateşin aynısını onun gözlerinde de görüyorum. Gidecek gibi bakıyor bana. Unutmamak, hep hatırlamak ister gibi bakışları her an, bunları birbirimize hiç itiraf etmedik ama olan bu, bizim ruhumuz yollara çıkmak ister, bunun için yanar tutuşur ve bundan ölesiye nefret ederiz, çünkü bunu babamızdan almışız, kurtulmamız da imkansızdır. Gitmeden huzura kavuşmaz ruhumuz, bizim aramamız lazım, kendimizi ve varoluşumuzu. Ölmeden son bulmaz bu yolculuk, bizim hayatımızın bir yolculuk olduğu ruhlarımıza yazılmıştır, aramadan huzura kavuşamayız.
            Evden çıkmadan Sehun’un çalışma masasına biraz kahvaltılık, bardağının altına da biraz para koydum, umarım zamanında uyanır da onları fark etmeden okula gitmez.
             Altı elli dörtte kilitlediğim kapı çalınıyor, dalmış olduğumdan sıçrayarak kendime geliyorum. Biraz endişeyle kapıya doğru dönüyorum, atkıya bürünmüş neşeli bakışları görünce endişem geri çekiliyor. Kapıyı açınca selam sabah vermeden, “Erkencisin bakıyorum da.” diyor. Onun kabalığına ayak uydurup, “Ne işin var bu saatte burada?” diye soruyorum. “Unuttun mu bilmiyorum ama burası benim dayımın iş yeri.” diyor ellerini oğuştururken.
“Fark ettin mi bilmiyorum ama birincisi daha dükkan açılmadı ve ikincisi dayın burada yok?” Kaşlarımı kaldırıp ona bakıyorum.
“Umursar mısın umursamaz mısın bilmiyorum ama dün gece dayım beni işe aldı canım,” diyor aynı şekilde kaşlarını kaldırırken, “dükkanı açarken sana yardım edebilmek için bu saatte geldim ama gördüğüm muameleye bak. Ayrıca senden büyüğüm ben, patronun yeğeni olduğum için saygı göstermeni bekleyecek kadar lakayt değilim ama yaş olarak büyük olduğum için saygı gösterebilirsin bence, ha?”
Benden hiç de büyük gibi durmaması yüzünden bu bilgi beni şaşırtıyor ama burada işe başlaması kadar değil. Bu da ne demek şimdi be? Hangi dediğine cevap vereceğimi şaşırıyorum.
“Ne demek dayım beni işe aldı? Elemana ihtiyacımız yok ki bizim.” Bana ukala, gerçekten ukala, bir bakış atıyor. “Patronun yeğeniyim canım ben. Dayım da beni çok sever, hah!” diyor. Ona burnumdan homurtu çıkararak gülüyorum, “Buna katiyen inanmam.”
“Gelince dayıma sorarsın o zaman çok bilmiş.” diyor. Sonra dudaklarını ısırıp “Sorma.” diye ekliyor. “Dayımın senin gözünün önünde karizmasının çizilmesini istemem.” Yalandan sırıtıyor. “Bana Hyung diyebilirsin bu arada canım, merak etme alınmam.”
Ona gözlerimi devirerek cevap veriyorum. “Öncelikle burası bir iş yeri ve ben senden eski olduğum için, senden kıdemliyim, bu konu hakkında ne düşünüyorsun peki? Birine sırf yaş olarak benden büyük diye saygı duyacak birine mi benziyorum acaba?”
O da bana aynı şekilde göz deviriyor ve, “Senden yaş olarak değil, akıl olarak da büyük olduğum için bana saygı duymalısın.” diyor. “Bir de Seullülere saygısız diye laf ederler, şu hale bak, ah şu zamane çocukları.” derken sağ elinin işaret parmağının ucuyla alnıma dokunuyor.
“Lafı bırakalım da işe koyulalım.” diyor arkasını dönüp, o poposunu sallaya sallaya tezgaha doğru yürürken. Poposunu dikizlemiyorum kesinlikle. Kesinlikle dikizlemiyorum.
“Hyungmuş, rüyanda görürsün.” diye homurdanarak tezgahın arkasına geçiyorum. Onu itinayla kahve makinelerinden uzaklaştırıyorum ve eline paspası veriyorum. Yüksek ayarda açtığım ısıtıcıyı ortalık cehenneme dönmeden kısıyorum ve bu sabah için kutsal kahvelerimi öğütmeye başlıyorum. Bu gerçekten iyi geliyor ve derdi tasayı bir kenara bırakıp, kahvenin kokusuyla kutsanıyorum.
Sekiz çeyrekte Baekhyun kapıdan içeri giriyor ve günüm birden aydınlanıyor. Ben müşterimin kahvesini verip onu yolcu ederken o tezgahın arkasına geçiyor ve başını omzuma yaslıyor. Müşteri gidince ona dönüp sıkı sıkı sarılıyorum. İki günde özlüyorum. Zaten pek kimsem yok, olanlar da etrafımdan bir an bile ayrılsalar bilincim alarm durumuna geçiyor ve yerlerde sürünerek özlemeye başlıyor sevdiklerimi. O ara eline temizlik bezi tutuşturduğum Ölüm Çocuk tezgahta önümüze geçiyor. Yüzüne flörtöz bir bakış yerleştiriyor ve “Beni bu tatlı çocukla tanıştırmayacak mısın Asık Surat?” diye soruyor bakışlarını Baekhyun’dan ayırmadan. Baekhyun kıkırdayıp, “Kim bu şapşal?” diye bana soruyor.
“Ah, gerçekten mi?” Jongdae isyan edercesine mızmızlanınca elimde olmadan bir kahkaha atıyorum. “Baekhyun, bu Jongdae, Bay Jang’ın yeğeni ve bir süre bize burada yardımcı olacak.” Jongdae demek bana biraz garip geliyor, ancak dilimde bıraktığı titreşim rahatlatıcı. “Jongdae, bu da Baekhyun. Yarı zamanlı çalışanımız.” Baekhyun, Jongdae’ye tanıştığı için duyduğu memnuniyeti anlatıyor ben birkaç müşteriye siparişlerini verirken. İkisi sanki konuşmak için doğmuş gibiler, hiç durmadan konuşmaya başlıyorlar. Onları umursamamaya karar veriyorum.
“Şimdi boş konuşmayı bırakın da işe koyulun. Baekhyun sen depoda Bay Jang’a yardım et ve sen de Jongdae mutfağa geç, bulaşıkları yıka, lütfen. Ben burayı idare ederim.”
Jongdae, “Sorması ayıptır, neden bana sürekli angaryaları veriyorsun?” diye sorunca sinir bozucu şekilde kıkırdayıp, “E, çünkü kahve yapmayı bilmiyorsun?” diye cevaplıyorum onu. Ama bakışlarım kesinlikle “Burada patron benim.” diyor.
“Haklı bir sebep.” diye mırıldanıp, “Peki, bulaşıkları nasıl yıkayacağım?” diye soruyor. Bilmeme imkanını sorguluyorum ancak bulaşıklar konusunda hassas davranmak zorundayım.
Birisi yeni bir eleman alacağımızı ama bunun iş yükümü azaltmak yerine, beni daha çok yıpratıp, sinir stres sahibi bir insan yapacağını söylese inanmazdım.  Ve bunun benim güven problemimle bir ilgisi yok. Mantıken, bunun böyle olması gerekir ama Ölüm Çocuk Jongdae işin içine girince pek de olması gerektiği gibi olmadı işler. Tüm günümüz ona yapacaklarını anlatmakla ve beceremeyişini izlemekle geçti. Çünkü bulaşık yıkama konusunda bile vasat durumdaydı ve Baekhyun vardiyasının yarısında ona nasıl bulaşık yıkaması gerektiğini anlattı ve Jongdae’nin yıkaması gerekenleri o yıkadı. Bay Jang bu yüzden onu tuvaletleri silmekle cezalandırdı. Ona yerleri süpürme, silme, camları temizleme, toz alma gibi işleri zimmetledi. Bütün bir duvarınızı kaplayan raflardaki dergi ve gazete arşivini temizleyecek ve her şeyin yerinde olduğundan emin olacak, ve tabi kitap döngüsünü de kontrol etmesi gerekiyor. Her an onun adına üzülebilirim. Bay Jang dört sene önce evini daha ferah hale getirebilmek için gazete ve dergi koleksiyonunu dükkanımıza taşıdı ve burası bambaşka bir seviyeye geçti, biz ve müşteriler için. Dergileri inceleyenler kitap sormaya başladılar. Böyle bir hizmetimiz olmadığını söyleyince bununla ilgili istekler aldık ve Bay Jang eskimiş kitaplarını da buraya getirdi. Daha sonra kitap bağışları da aldık ve burayı ücretsiz bir mini kütüphaneye dönüştürmeye başladık. Müşterilerimiz arzu ettikleri kitapları ödünç alıyorlar ve biz de bunları kaydediyoruz. Üç hafta sonra geri getirmek mecburiyetindeler ve kitap alabilen müşterilerimizin kartları bile var. Bu sayede kitapları kaybetmiyoruz ve kaybetme durumunda da hiç değilse kimin sorumlu olduğunu bilebiliyoruz, şükür ki daha önce böyle bir şey başımıza gelmedi. Dört senede bu yana küçük bir rafla başlayan bu iş tüm duvarımızı yerden tavana kadar kapladı. Hatta yüksek raflar için merdivenimiz bile var. Yani işleri profesyonel yapıyoruz ve bu da demek oluyor ki Jongdae’nin başı dertte. Baekhyun ile sessizce Jongdae için üzülüyoruz. Kütüphane sorumluluğundan kurtulduğumuz için ise gerçekten rahatlıyoruz çünkü kitaplardan herhangi birini kaybetmekten korkuyoruz.
Hiç kimse bir kitabın yükünü taşıyabilecek kadar güçlü değildir.
Çünkü hepimiz o söz konusu herhangi bir kitabın belki bize hiç de değerli gelmeyecek olan herhangi bir cümlesinin uçurumun ucunda sallanan herhangi birine tutunacak bir dal olabileceğini biliyoruz.
Jongdae tüm gün elinde bir temizlik beziyle dolanıyor, Baekhyun yorulmasın diye onu kasaya oturtuyorum. İçinde olduğumuz günün diğer günlerden bir farkı olmadığından yükümüz pek fazla değil, baş edebiliyoruz. Bay Jang, Jongdae’ye kitaplar ve düzeni hakkında bilgi veriyor, zaman kendi döngüsüne bizi hapsediyor ve hızlıca akıyor. Her şey olması gerektiği gibi ancak ben hiç olmam gerektiği gibi değilim, mesaimin bitimi yaklaştıkça stresim artıyor, eve gitmekten ölesiye korkuyorum. Baekhyun üzerimdeki karanlığın farkında varmış olacak ki usuldan usuldan yanıma sokuluyor, bir şey sormadan önce bekliyor, omuzlarımı verdiğim derin nefesle birlikte düşünüyorum. Kolunu belime sarıp, “Ne oldu?” diyor usulca.
Sesim çıkmayacak diye korkuyorum, fısıldayarak cevap veriyorum o yüzden. “Annem.” Geriliyor ama yine de bir şey demiyor. “Dün bütün gece bizimleydi. Oturdu, konuştu, gülümsedi, ve ben hiç gitmemiş hep orada olmuş gibi hissettim.”
Baekhyun’un bir şey demesine gerek yok, bir şey de demiyor zaten, şaşırtıcı ve nadir bir şey de olsa senede bir iki kere olmayan şey değil annemin aramıza karışması. Böyle zamanlarda Baekyun’un elinden düşen beni ayağa kaldırmak ve sessizliğimi paylaşmak geliyor, o bunu seve seve yapıyor ve ben beni dinleyen hiç değilse bir insana sahip olduğum için tanrıya minnettar oluyorum.
“Ya o yarın hiç gelmezse?” Dayanamayıp soruyorum aklımdaki soruyu dakikalar sonra. Omuz silkiyor. “Sen oluyormuş gibi yapmaya bayılırsın, hiç olmasa bile.” diyor. Çenesini omzuma sürtüp ”Hyung,” diye seslenerek bölüyor huzursuzluğumu, “korkmak gelecek olanı engelleyemiyorsa, hiç değilse cesurca savaşmalısın gelenle, teslim olmak sana göre değil, kaçmaktan bahsetmiyorum bile.”
“Bugün erken gidebilir miyim?” diye soruyorum, “Senin yerine ben bakarım.” diye cevaplıyor beni.
Çıkarken Jongdae kapıda yakalıyor, gözlerinde bir soru görüyorum, içim öyle heyecanla dolu ki ona içimdeki tüm iyi şeylerle bakıyorum, bu sefer onu terslemeyeceğim, sorudan vazgeçmiş olacak ki, “Hava soğuk üşütme,” diyor, “atkını boynuna iyi sar.”
Hızlı bir tebessüm veriyorum ona, “Sağol, sen de dikkat et.”
Eve giderken adımlarım her zamanki gibi dalgın ya da yorgun değil. Ayaklarım birbirine dolaşırcasına hızlı yürüyorum, sağa sola uğramadan, yetişmem gereken acil bir işim varmış gibiyim. Sanki geç kalsam iyi olan her şeyi kaçıracağım.
Sağa sola uğramadan, eksik gedik düşünmeden eve atıyorum kendimi, salona göz atıp kimseyi bulamıyorum, mutfağa doğru ilerliyorum, korku ve sıkıntı etrafımı siyah bir duman gibi sarıyor, kalbim ağırlaşıyor yine, yönümü kaybetmiş gibi çekingen adımlarla ilerliyorum. Sehun’u tezgahta bir şeyler doğrarken buluyorum, gözlerimdeki umudun yaktığı ateş sönüyor, omuzlarım düşüyor ve hevesim belki bininci ve son defa kırılıyor.
Ancak Sehun beni fark ettiğinde gülümseyen yüzle bana dönüyor. “Korkma hemen,” diyor beni anlamışçasına. “Annem markete gitti. Hem de kendi gitmek istedi inanabiliyor musun?”
Yıpranmış ve zar zor bir arada duran neyim var neyim yoksa bir anda sökülüyor ben daha farkında varmadan. Omuzlarımı kaldıramıyorum, kaldırabileceğimi sanmıyorum. Tüm zaaflarım ve tüm yaralarım karşıma dikiliyor, zavallı bir şekilde ağlamaya başlıyorum. Sehun hızlı adımlarla yanıma gelip bana sıkıca sarılıyor. Omuzlarımdan kavrayıp gözlerini gözlerime kenetliyor. “Korkma abi, geçti, geçti…” böyle güçsüz kalmış, böyle yorgun olmak damarımda kan kalmamış, nefesim boğazımda donup kalmış gibi hissettiriyor. Ne zaman tamamen iyileşip, korkularımdan arınacağım. “Annem bu sabah bana kahvaltı hazırladı. Tüm gün evin içinde dolanıp durmuş, okuldan geldiğimden beri benimle sohbet ediyor. Duvarları boyamaktan bahsetti, sözünü tutuyor abi, sözünü tutuyor. Geçti. Geçti bak.”

Gözlerimi yere çeviriyorum. İnanmak istiyorum. Ama umutlanmaktan korkuyorum. Umudun ateşinde kavrulmak cehenneme benzemiyor, ondan çok daha kötü. Tutundun diyelim umuduna, olmadığında, olmayacağını gördüğünde bile kalbindeki hükümdarlığından vazgeçmiyor, seni özgür bırakmıyor o umut, ta ki artık içinde tek bir umut tohumu filizlenmeyene, kalbin tamamen kuruyana dek. Ben aynı yerimden bin birinci defa kırılmak istemiyorum.
“Bana kahvaltı hazırladı. Erkenden kalkıp en sevdiğimiz çorbadan yapmış. Seni sordu, neden bu kadar erken çıktığını biliyor muymuşum? Baş ucuma bıraktığın kahvaltıyı yatağımın altına sakladım annemin uyandığını görünce, korkumuz onu incitmesin diye.” Sehun uzun uzun konuşup beni toparlıyor, annem gelmeden. Uzun uzun konuşmak huyu değildir aslında, ikimizin de huyu değildir, ikimizin arasında uzayıp giden ama üstümüze ağırlık değil esenlik veren sessizlikler akıp gider. Annem de pek konuşmaz zaten. Diğer evlerin seslerini dinlemek alışkanlığımız olmuştur ve yegane eğlencemiz budur.
Kalkıp elimi yüzümü yıkayana kadar annem geliyor, aldığı meyveleri yıkarken ben de mutfağa giriyorum. Bana dönüp ışıl ışıl bakıyor, gözlerinde iyi bir şey yaptığı için taktir edilmek isteyen küçük bir kız görür gibi oluyorum, senelerdir fersiz olan gözlerinde ufak bir ateş yanıyor, kendini değil benim kalbimi yakıyor. Kalbimde kötü olan ne varsa yanıyor ve alevlerin içinden kırmızı güller doğuyor, doğan tomurcuklar kırmızı taçlarını başlarına geçiriyorlar, içimdeki bahçede çorak topraklardan başka şeyler görmek beni afallatıyor. Annem ile açılan yaralarım annemin gözleri ile sarılıyor. İz kalmayacak diyemem ama kesinlikle daha güçlü bir şekilde devam edebileceğim yoluma. Geçmişte ne varsa unutuyor çocuk kalbim. Koşar adım annemin yanına gidip ona sıkıca sarılıyorum, sıkı, sıkı, sımsıkı. Senelerin özlemini atmak istercesine. En son ona ne zaman sarılmıştım acaba, sinir krizlerinin birinde kendine zarar vermeye çalışmasını engellerken miydi?
Bana sanki küçük bir çocukmuş gibi sığınarak sarılıyor, kesik nefeslerinden ağladığını seziyorum, ona daha çok sarılıyorum, yalnızlığını söküp atmak isteyerek. Onun acısını ondan almak istiyorum. Ne olursa olsun annem kendine inşa ettiği sessizlik cehenneminde daha fazla yalnız kalmasın istiyorum.
Gözyaşı katmadığın hiçbir harç tutmuyor, harcın sağlam olmazsa kalbin yeterince dayanıklı olmuyor.
“Buradayım,” diye fısıldıyor. “Annen döndü artık.” Yüzüne bakabileceğim kadar uzaklaşıyorum ondan, bana gülümseyerek bakıyor, göz pınarları dolu dolu. Ona onunkinin aynısı gözlerimle bakıyorum, gözlerimi ondan almışım, benim gözlerim de tekrar doluyor onu yine canlanmış görünce. “Hoş geldin anne, bir bilsen dönmeni ne kadar çok bekledim. Hoş geldin.”
O gece annem bize büyük bir sofra hazırlıyor. Dışarda kar başlıyor, Sehun bunu görünce sevimlice çığlık atıyor, balkona çıkıyoruz kar yağışını izlemeye, masada kalan tahıllarımız soğuyor; rüzgâr sert esiyor, hava soğuk, birbirimize sarılıp ısınıyoruz, birbirimize sığınıp avunuyoruz.

ateş böceği mezarlığı "suchenHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin