NEFES YEDİ: Başı Nice Zamandır Okşanmamış Kirli Bir Kedi, Kimseye Yaklaşmıyor Gururundan Ama Sıcak Bir Kucağın Özlemi İçinde Üşüyor.
Sabah son on gündür alıştığım düzenle uyanıyorum. Annem beni uyandırmadan yanımdan kalkmış ve kahvaltıyı hazırlamış.
Tüm gece ona sarılarak uyudum. Uykum ne zaman sarsılsa benim üzerimi örttü ve kabuslarımdan korumak istercesine saçlarımı okşayıp durdu. Sık sık uyansam da uykumdan senelerdir ilk kez böyle dinlenmiş kalktım yatağımdan. Son on gün bana öyle iyi geldi ki gözlerimin altındaki hasta renk gitti ve soluk tenime canlı bir pembelik geldi. İnsanın asıl ilacı gerçekten de kalbinde saklı.Anneme hastaneye beraber gitmeyi teklif etsem de beni rahatsız hissettirmek istemediğinden kabul etmiyor. Kahvaltımı tam zamanında edip, Sehun ile birlikte evden çıkıyoruz. Bu sabah biraz sessiz ve ben de bunu annem için endişelenmesine yoruyorum.
Ona baktığımı fark edince omuzlarını düşürüyor ve sırt çantasının kollarına tutunuyor destek almak isteyerek. Bir şey söylemiyor yine de. “Annem zaten devamlı psikiyatristi ile görüşmeye gidiyor Sehun. Bu normal bir durum. Stres yapma, bir şey olmayacak.”
“Ama korkuyorum. Çünkü doktora iyileşmek için gidiyordu. Şimdi iyi ama ya doktor bunun sadece atak gibi bir şey olduğunu söylerse. Ya geçici bir iyili haliyse bu. Eski haline dönecekse ya. Annem doktordan bunu duyunca ya eski haline dönerse. Doktor bunu söyleyebilir abi, çünkü bana bile annemin birden normale dönmesi garip geliyor. Olacak iş mi bir sabahta düzelmesi, senelerdir başaramamışken.”
“Senelerdir düzelmeyi istediğini nereden çıkarıyorsun Sehun?”
Sehun bunu duyunca afallıyor. “Ne demek bu şimdi?”
“Boş ver, annemi suçlamak istemiyorum Sehun. Başka bir açıdan şunu düşün, senelerce komada yatan insanlar da birden uyanıyor değil mi? Belki anneme de öyle olmuştur. Hani bir film vardı ya, kız komaya giriyordu ve gitmek ile kalmak arasında seçim yapıyordu. Kalmayı seçene kadar komadaydı. Belki annemin de kalmayı, bize dönmeyi seçmesi için bu zamana ihtiyacı vardı. Babamın acısını yaşaması için. Biz sadece arada sırada gördüğümüz babamızı kaybettik Sehun. Annem ile her şeyini kaybetti. Biz ona tutunduk ama annem acısının içinde öyle çaresizdi ki bize tutunamadı belki. Ve şimdi artık acısını kabullenmiş, artık dayanabiliyor belki.”
“İnanmak için daha iyi bir fikrim yok.” Diyor ama hala umutsuz. “Ama bu durum bana çok sağlıklı gelmiyor. Hazırlıklı olsak iyi olur.”
Ben de korkuyorum ama ona bunu söyleyip de onu daha çok korkutmak istemiyorum.
“İyiye inanmadan olmuyor Sehun, iyiye inanmadan yaşanmıyor.”
Dükkana geldiğimde Jongdae'nin dükkanı açmış olduğunu görüyorum. Menünün yazdığı tahtayı kapının önüne aşmış ve masaların tozunu alıyor. Beni görünce kocaman gülümsüyor. Bu kalbimi hızlandırıyor ve ona şapşal bir gülüş ile karşılık veriyorum. Masaların tozlarını almayı bitirip yanıma geliyor. Şapkadan dolayı kafama yapışmış saçlarımı düzeltirken beni izliyor.
“Bu kadar çok mu üşüyorsun?”
“Hem de nasıl, kemiklerim titreyecekmiş gibi hissediyorum. Bu kış sence de çok sert geçmiyor mu?”
“Seul buradan daha soğuk kışları. Dayanıklıyım bu yüzden soğuğa. Ama nedense bu aralar kutuplara gitsem de üşümem gibi hissediyorum. İçimde bir ateş yanıyor ki soğuk içeri işleyemiyor.”
“Ne ateşi o?” diye gülüyorum, “Bu bir süper güç o zaman. Ben de istiyorum, üşümek insanı bitkinleştiriyor.”
“Kalbim.” Diyor sağ eli ile tezgaha dayanıp, ağırlığını sağ eline vererek. Duruşu ve tavırları rahat her zamanki gibi. “Kalbim yanıyor. İçinde bir köz var sanki. Bazı geceler pencereyi açıp birkaç nefes almadan kendi içime bile sığamıyorum. Beni uykusuz bırakan, zayıflatan, gücümü çekip alan bu şey hala bir süper güç gibi geliyor mu?”
“İyice garipleştin sen. Hem de bu kelimenin her iki anlamıyla da.”
“Boşver beni.” Bir adım yaklaşıyor. “Dayanamayacak gibi olduğum zamanlarda omzunu uzatsan yeter Jun. Dayanamayacak gibi olduğunda bana gelsen yeter.”
Bu istediğim yere gidebilecek sözler beni garip bir şekilde korkutuyor. Ne düşündüğünü bilemiyorum. Neyi kast ediyor anlayamıyorum. Bu yüzden bir şey diyemiyorum.
“Korkmana gerek yok.” Diyor bana. Bu beni daha çok korkutuyor. Aramızdaki sessizliği bozmak için şarkı açıyor, şarkıya eşlik ederek kitap rafında gezinirken bir kez bile dönüp bana bakmıyor. Beni rahatsız etmekten çekinir gibi. Tüm söylediklerinden sonra kolay kolay aklımı toparlayabilecekmişim gibi.
Heyecanlanmaktan kendimi alamıyorum, imasındaki yok kalbim, yok omzumu al, omzunu ver bana gibi cümleler beni afallatıyor. Kalbim böyle hızlı çarparken onun kalbindeki gibi bir ateşin benim içimde de yandığını hissediyorum. Her zaman dayanabileceğim ve her ihtiyacı olduğunda bana sığınacak birinin olması, bu kişinin o olması fikri beni çığlık atacak raddeye getiriyor. Nefes alamayacak gibi hissettiğimden dışarı çıkıyorum. Bu kış sabahında, sadece üstümde kazağımla derin nefesler alarak aklımı toparlamaya çalışıyorum. Ciğerlerim üşüyor aldığım hızlı nefesler yüzünden, içerdi girmek istiyorum ama üzerimde garip bir çekingenlik var. Dudaklarımı umutsuzca uzatıyorum.
“Hey!” diye sesleniyor bana, sırtım bir anda dikleşiyor. “Delirdin mi, üşüyeceksin öyle, içeri gel.”
Beni düşünüyor, üşüyüp üşümemem umrunda diye düşünüyorum, yüzüme bir tebessüm yerleşiyor. Ciğerlerimdeki o derin nefeslerime rağmen çözülmeyen düğüm onun sesi ile dağılıyor, parçalanıyor, yok oluyor. Uzun ve hızlı adımlarla içeriye gidiyor ve hemen yanına oturuyorum. Okumakta olduğu kitaptan gözlerini kaldırıyor. Bana sen ne ayaksın, der gibi bakıyor. Omuz silkiyorum ve gülümsememi genişletiyorum. O da benimle ilgilenmeyi kesip kitabına dönüyor. Sağ omzunu dürtüyorum işaret parmağım ile.
“Jongdae.” bana kısa bir hımlama ile karşılık veriyor.
“Ben omuz istiyorum.”
Bakışları hızla bana dönüyor. Ağzından şaşkın bir, “Ha!” kaçıyor.
“Omuz diyorum, omuz. Hani uzatacaktın ya.” Yutkunuyor ama cevapsız kalıyor.
“Güzel olacağını düşündüm. Hemen vazgeçmiş olamazsın herhalde.” Dediğim esnada sol eli ile beni kendine doğru çekiyor. Omzuna yaslıyor başımı. Elini yine de çekmiyor benden, sol eli hala başımın üzerinde. Sağ koluna iyice sarılıyor ve başımı omzuna dayıyorum.
İçimde açan binlerce çiçek var sanki. Birinden destek almak, birine dayanmak hem de ona zahmet verip vermemekten korkmadan, çekinmeden. Derin birkaç nefes almak zorunda kalıyorum.
Saçlarımdaki ellini hareket ettiriyor ve birkaç tutam saçımı seviyor. “Ne zaman istersen Jun, her zaman burada olacağım, söz. Artık yalnız başına değilsin.”
Koluna daha sıkı sarılıyorum. Bir şey söylemiyorum, acaba yine de ona nasıl minnettar olduğumu anlıyor mu?
Günler böyle geçiyor, bir anneme bir Jongdae’ye sığınıyorum. Kendimi hiç yalnız hissetmiyorum. Jongdae ile Sehun arkadaş oluyorlar. Jongdae haftasonları Baekhyun ve Sehun'a ders anlatıyor, sorularını çözüyor. Böyle bir günde onun ülkenin en iyi üniversitesinden mezun olduğunu öğreniyoruz. Ülkenin en iyi üniversitesinde hukuk okumuş, dereceyle bitirmiş, bunları öyle utana sıkıla anlatıyor ki gören onu suçlu sanacak. Büyük şeyler değilmiş bunlar. Ona göre burada çalışmak, burada bizimle olmak çok daha büyükmüş çünkü kendini burada bulabiliyormuş. Biz ağzımız açık şekilde onu dinliyoruz.
“Senin değerini bilememişiz biz Hyung.” Diyor Baekhyun. Sehun ve ben onu afallamış bir şekilde onaylıyoruz.
“Anlatmamam gerektiğini biliyordum işte. Of.”
“Hey,” diye araya giriyorum. “Baştan söyleseydin sana o kadar kötü davranmazdım başta.”
“Evet,” diyor Sehun, “bizim okumuş insana saygımız büyük.” Saldırısını anlayıp gülüyorum, omzuyla omzuma vuruyor gülerek.
Çocukları ders çalışmaları için yalnız bırakıp işimize döndüğümüzde yanıma usulca yaklaşıp başını omzuma koyuyor. “Avukatlık yapıyor olsam, beni daha çok mu severdin gerçekten?”
“Bunu da nereden çıkardın, daha iyi davranırdım dedim sadece. O günlerde senin sadece bir aylak olduğunu düşündüğüm için sana sinir oluyordum hepsi bu.”
“Hepsi bu mu? Tanrı aşkına, her seferinde gözlerinden lazerler fırlatıyordun. Geceleri o yanıklar nasıl sızlıyordu haberin var mı?”
“Komik seni.”
“Ben sana aylak olduğumu hiç söylemedim ki. Nereden çıkardın bunu?”
Gergince yutkunuyorum. “Sen öyle güzeldin ki, sanki hiç kırılmamış biri gibiydin. Tıpkı havada uçan bir çiçek tohumu gibi özgürdün, istediğin yere konup, istediğin toprağa köklerini salabilirdin.” İlk kez ona gitme arzumdan bahsediyorum. “Çok kıskandım çünkü seni. Ben böyle beni zorla diktikleri toprakta çaresizce solmayı bekleyen çirkin bir şeyken senin böyle özgür ve güzel olman beni çok kıskandırmıştı.”
Başını omzumdan kaldırıp bana bakıyor iri gözleri ile. Omuz silkip gülümsüyorum. Parmaklarım saçlarındaki dalgalarla buluşuyor. “Açık kahverengi saçlarını, saçlarındaki dalgalarını bile kıskandım. Arsız ve sevimli gülüşünü kıskandım. Çünkü sen tam da olmak istediğim gibiydin. Hatta sana Ölüm Çocuk dedim. Seni gördüğümde öldüğümü sandım.”
Yüksek tezgahı fırsat bilip belimden tutuyor. İkimizi tezgahın altına doğru çekiyor. İlk kez yaptığı bu şeyin şaşkınlığı ile gözlerim sonuna kadar açılıyor. Pantolonumun kemerinde duruyor elleri.
“Junmyeon.” Diye fısıldıyor, yakınlığımızdan dolayı bu fısıltı bana sanki bir çığlık gibi güçlü geliyor.
“Hım?” Neden geri çekilemiyorum, çekilmiyorum, neden geri çekilmek istemiyorum? Neden bir adım da ben atıp iyice ona sokulmak istiyorum? Delirdim mi ben?
Beni hemen şimdi öpse. Keşke.
Ne? Bir saniye! Hayır! Gerçekten delirdim. Delirmişim!
Geri çekilmek istiyorum, ama bu sefer de onun elleri beni bırakmıyor.
“Bu nasıl bir saçmalık?”
“Hangisi?” Yutkunuyorum. Sanki düşüncelerimi okumuş gibi utanıyorum o an.
“Beni kıskanmış olabilmen, bu nasıl bir saçmalık?”
“Saçmalık değil, doğru.”
“Nasıl göründüğünü bilmiyorsun değil mi? Farkınsa değilsin kendindeki başkalığın? Bambaşkasın Junmyeon. Bambaşkasın, senin gibisini ömrümde görmedim, göremem.”
Ellerini yukarıya çıkartıyor, kaldırmadan, her hücrem parmaklarını hissediyor. Belimde duruyor sonra. “İzin versen de sana sonsuza kadar anlatabilsem sende gördüklerimi. Ama bilmiyorum ki, sözler yeterli olacak mı? Beni öyle çaresiz bırakıyorsun ki, daha önce hiç böylesine çaresiz ama hevesli olmamıştım.”
Dudaklarına bakmadan duramıyorum. “Esir olmuş gibiyim. Beni tamamiyle bitirebilecek güçtesin Junmyeon, nasıl olur da bende sende olmayan bir şey olabilir?”
“Kıskandım.” Diye fısıldayabiliyorum sadece.
“Senin için vazgeçemeyeceğim şey bırakmadın, içimde olan kendin dışındaki her şeyi eritiyorsun, onları kendine katıyorsun sonra. Her geçen gün büyüyorsun Junmyeon. İçimde senden başkasına yer kalmıyor?”
“Bu da ne demek?”
“Kesmemi iste, iste yeter ki, keserim tüm dalgaları ve siyaha boyarım.”
“Ben bunu istemedim, hem çok yakışıyor sana.”
“O zaman sana da yapalım aynısından, ne dersin?”
“Artık kıskanmıyorum ki, sen de olması benimmiş kadar mutlu ediyor beni.”
Belimdeki ellerini yüzüme doğru götürüyor. “Söyle Junmyeon.” Yaklaşıyor, sıcaklığı kavuruyor beni. “Seni şimdi şuracıkta öpsem, ne yapabilirsin ki?”
Bir şey diyemiyorum. Ama sanırım bunu bekliyorum. O ara dükkanın kapısı açılıyor ve Bay Jang, elindeki kutular için Jongdae'yi yardıma çağırıyor. Ben birden geri çekilip popomun üstüne düşerken, Jongdae gülerek ayağa kalkıyor.
Bay Jang, “Yine ne işler karıştırıyorsun hergele?” diye onu sorguya çekerken, ben ise utançla düştüğüm yerde kalıyorum ta ki biri beni gelip bulana kadar.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ateş böceği mezarlığı "suchen
Fanfic@exoficfest için yazılmıştır. TRENSİZLİĞİMİ YUTUYOR HER DEFASINDA BOMBOŞ KALAN BİR GAR İş yerinde tanışmalar, okul, depresyon, garip alışkanlıklar, hep bol gelen kazaklar, ama sıkan iç çamaşırları, fedakarlık, kalamama ancak gidememe sorunsalı, temb...