NEFES BEŞ: Öncesi Sonrası Değil, Şimdi.
Sabah alarmım çalmadan kapım usulca açılıyor, içeriye sessiz adımlar atılıyor, bir el saçlarımı buluyor ve usulca onları anlımdan yana doğru tarıyor. Annem fısıltıyla bir şarkıya başlıyor, sözler değil fakat onun huzur veren sesi beni daha uyanmadan mutluluktan ağlatabilir. Annem şarkısını söylerken gözlerimi açıyorum, bana gülümseyerek bakıyor, “Hadi kahvaltıya.”
Seneler var sabahları kendi kurmadığım sofraya oturmayalı. Unuttuğum bir zamandan beri her sabah telaş içinde kalkıyor, hızlıca bir şeyleri yetiştirmeye çalışıyorum, ne zaman tam yetiştirdim desem ya çorabımın tekini bulamıyorum ya da Sehun’un gömleği ütüsüz oluyor. Zor da olsa alıştığım bu döngünün kırılması kendimi biraz savunmasız hissettiriyor ancak güvenmeyi seçiyorum. Sehun ve ben sabahtan evin böyle sıcak olmasına, yalnız olmamamıza hiç alışkın değiliz, bazen birbirimize attığımız kırgın bakışlarımız birbirine değiyor ve ateşe değmiş misali kaçırıyoruz onları birbirinden. Kahvaltımı tam bir şekilde yapmış, zamanında ve en ufak sorun yaşamadan çıkıyorum evden. Annem evle ilgili bir değişiklik yapmasa da sadece koridorlarda dolaşması, adımlarının melodisi, bizimle nefes alması bile evdeki dağınık ve eksik olan ne varsa halletmiş gibi; annem sadece bizi değil evi de iyileştirdi.
İçinde huzur olmayan evler istesen de yeteri kadar ısınmıyor, ne kadar silersen sil temizlenmiyor ve ne kadar dikkat edersen et hep dağınık görünüyor. Mutsuzluğun küflü nefesi yerleşmeye görsün, duvarlar ince bir isle kaplanıyor, renkler soluyor, insanın neşesi ve umudu yavaşça siliniyor.
Annem senelerdir yerleşen o kiri, pası, sisi bir gülüşü ile söküp attı. Annelerin böyle üstün yetenekleri var galiba.
İşe giderken yürüdüğüm kaldırımlar bugün daha temiz ve yeni duruyor sanki. Yol her zaman ki kadar uzun gelmiyor, soğuk hava ciğerimi yakmıyor. Dükkana vardığımda yanakları havadan dolayı kızarmış, ellerini birbirine sürten, olduğu yerde zıplayarak ısınmaya çalışan ölümün yeryüzündeki nefesi ile karşılaşıyorum. Gerçekten de ölüm kadar cezbedici olan bu oğlan, tam olarak ölüm kadar korkutucu geliyor gözüme. Ölmek isteme ama ölmek istememe sorunu falan filan işte.Beni görünce genişçe gülümseyip zıplamayı kesiyor. İçimdeki dalgalanmayı yok sayıp adımlarımı devam ettiriyorum. Yanına vardığımda gülüşünü bozmadan birkaç sözle selamlıyor beni, gülüşü öyle doğal ki gözlerimi bir müddet ayırmadan onu izliyorum. Sözlerine karşılık verdiğimde kapının önüne geçip elini uzatıyor, anahtarı avucuna bırakıyorum, kapıyı benim için açıyor ve içeriye girmem için geri çekiliyor, ben kıkırdarken beni güldürdüğü hakkında kendini övüyor biraz. İçeriye gidip ısıtıcıyı açıyorum, o da itiraf etmeden eline temiz bir bez alıp masaların üstlerini siliyor, kitaplar konusunda endişeli olduğundan bahsediyor, yardımımı teklif etmese de ona bu konu hakkında yardım edebileceğimi söyleyince sesinde güzel bir coşku can buluyor, yönümü şaşırır gibi oluyorum. Fırından gelen atıştırmalıkları dizerken açlığından yakınıyor, beraber yemeyi teklif ediyor, ona sağlam bir kahvaltı yaptığımı söyleyince bakışlarını önündeki ekmekten ayırıyor ve yüzüme çeviriyor. Yüzüme uzunca bakması beni biraz rahatsız hissettirse de farkında değilmiş gibi davranıyorum.
“Junmyeon?” bakışlarımı ona çeviriyorum. “Bakışların değişti.”
“Anlamadım.”
“Bakışların değişti, diyorum. Gözlerinin ışığı sönmüştü diyemem ama şimdi cayır cayır yanan bir ateş var sanki o kara elmaslarda.”
Bakışlarımda bir şeylerin değiştiğini anlayacak kadar dikkatli olması garip hissettiriyor, hayır, bakışlarımda bir şeylerin değiştiğini fark edecek kadar bana dikkat etmiş olması garip hissettiriyor, güzel hissettiriyor.
İltifatını yok etmek ister gibi, “Bir şeyler daha iyi sanırım, ha?” diye soruyor.
“Sayılır.” Gibi ufak ve kaçamak bir şeyler geveliyorum gülümserken. Bir şeylerin hep öyle kalmasını istiyorum.
Yanıma gelip, az önce demlediğim kahveden koyuyor kendine, biraz beklemesini söylesem de beni dinlemiyor, elbette dinlemiyor, canının istediğini yapmaya bu kadar hevesli birini daha görmedim. İki kupa alıyor eline.
“Gel, biraz yanıma otur.” diyor az önce oturduğu masaya doğru yürürken, gözlerim otomatik olarak duvarda asılı saat ile buluşuyor, daha yirmi dakikadan fazla vaktimizin olduğunu görünce bir şey demeden peşine düşüyorum, nedense onun dediklerine uymak istiyorum garip bir şekilde.
Ben daha oturmadan elindeki kupalardan birini karşısına koyuyor, oturmamı işaret ettiği yere, ondaki bu kesin itaat dürtüsüne alayla bakıyorum. Sonra gidip tam söylediği yere oturuyorum, ama ağzını açıp bir şey demiyor ve nedense gözlerini daha yeni doğmuş sayılan güneşe doğru çeviriyor, kışta olmamıza rağmen bugün hava açık, kuru bir soğuk olsa da güneş insanı kandırıyor ve bir an baharda olduğumuz hissine kapılıyorum. Kalbimi kışın ortasındayken baharda gibi hissettiriyor, büyülü bir havasının olması yetmezmiş gibi gerçekten büyü yapabiliyor sanırım. Nice zaman sonra gözlerimi ondan çekip, göğe bakıyorum. Başını bana çevirmeden ufak bir bakış atıyor bana, derin bir nefes alıp, “Aslında erken gelmeme gerek yok, seni göreyim diye geliyorum iki sabahtır bu saatte buraya, belki konuşuruz diye.” diyor.
İtirafı hoşuma gidiyor. Kartlarını açık oynayan pek kimse kalmadı. “Cidden arkadaş olmak istiyorsan, sana arkadaşlık edebilirim.” Diyorum ben de gülümseyip, başıyla beni onaylıyor.
Cidden garipçe bir çocuk. Konuşmadan sessizliğimizle birbirimize eşlik ediyoruz.
Günler böyle geçiyor, yavaş yavaş onu tanımaya başlıyorum. Mesela, bazen yüzü bulutlanıyor aniden, gülen yüzüne sırtımı döndükten birkaç dakika sonra kırık bakışlarla cam kenarındaki çiçekleri severken buluyorum onu. Konuşmaları sıradan, düşünülmemiş ve alaylı geliyor üstünde durmayınca, ama akşam bazı cümleleri kafama doluşunca bulunduğumuz ana ve duruma öyle uyumlu ve aslında öyle derin bir anlama tekabül ediyor ki, onun derinliğini saklayan bir kıyı olduğunu düşünmeden edemiyorum; bu yüzden ona Ölüm dediğim için kendime hak veriyorum. Bazen adını bilmediğim insanların adını bilmediğim şarkılarını çalıyor, bazen çok dinlenilen şarkıcıların az dinlenilen şarkılarını, şarkıların hepsi farklı farklı olsa da bir ortak özellikleri var, ruha işleyen birkaç vurucu cümleye sahip olmaları. Bazen tam bu cümlelerde susuyor, dalıyor, uzaklara bakıyor, bazen ise tam bu sözlerde müşterilere aldırmadan yüksek sesle eşlik ediyor, hangisini yaparsa yapsın her defasında aksatmadan bu cümlelerden sonra yüreğime ağırlık veren bir şekilde gülümsüyor, fazla kırık ve savunmasız geliyor böyle zamanlarda gözüme. Gülmesin istiyorum öyle zamanlarda. “Zor geliyorsa gülme, zorlanıyorsan gülümsemek zorunda hissetme, saklanma Ölüm Çocuk.” demek istiyorum.
Ancak hiçbir defasında bir şey demiyorum, birkaç kez kırık gülüşünü izlerken yakalıyor beni, omuz silkiyor ve benden uzak bir masadaki yaşlılarla ilgileniyor, onlar bundan çok memnun, yaşlısı genci, mutsuzu keyiflisi seviyor onu.
Onda insanın ruhuna değen bir şeyler var.
Yanında sessizce otursa bile sana iyi geliyor, sanki ruhu ruhunun en hassas yerine dokunuyor gibi, tam ihtiyacın olan yere elini koyuyor, yılın en soğuk günlerinde ellerini ısıtıyor sanki. Belki de sadece benim için geçerlidir bilmiyorum. Sanırım, sadece bana özel olmasını istiyorum.
Ben öyle kolay kapılacak biri değilim. Ama bu çocuğun bir şekilde hayatımda olmasını ve hayatımda kalmasını istiyorum. Önceden tanıyormuşum gibi geliyor, yoksa nasıl bu kadarcık günde beni tanırdı, yoksa nasıl tam dokunulması gereken yaralarıma her şey yolunda diye mırıldanarak dokunurdu, nasıl bana yaklaşırdı böyle teklifsizce.
Ben kolay kapılacak biri değilim ama bugün başını omzuma koydu, bir elektrik tüm vücudumu dolaştı, kalbimden ışıklar çıkacak sandım, öldü dediğim, öldü sandığım ateş böcekleri, senelerdir ölü gibi kıpırdamayanları bile birden uçuşmaya başladılar. Mezarlıktan yükseldiler semaya doğru, ay ışığının soluk gümüş pırıltılarının yanında küçük güneşler gibi gezindiler durdular tüm gün, gece başımı yastığıma koyduğumda annem bir bardak ılık sütle yanıma geldi, uykusuz gözlerimi görmüş akşam yemeğinde, ben ona bir şey demedim ama o bana durdu durdu birkaç söz söyledi, rüyalarıma kazındı söyledikleri.
Işığımı kapatmadan önce “Gözlerine bulaşmış, ateş böceklerinin pırıltısı.” dedi.
“Senin sayende.” dedim kucağımdaki kitabımı kapatıp yatağımın yanındaki masaya koyarken. “Ellerin bugünlerde daha sıcak.” dedi, gitti.
Ona seneler evvel anlattığım hikayeyi unutmamış olması kalbimdeki mezarlığı parlak ışıklarla donatıyor.
Rüyamda Jongdae’nin başını omzumdayken görüyorum, bu hissi tüm hücrelerime anlatabilmek için birkaç gece boyunca uyanmak istemiyorum.
Onda insanın ruhuna işleyen bir şeyler var.
Annem sabahları erkenden kalkıp bize yemek hazırlıyor, Sehun için okulda yesin diye sandviç ya da kurabiyeler yapıyor, onun yine yıpranmasından korktuğum için çok fazla şey ile uğraşmamasını söylüyorum ama pek aldırmıyor, kendini pişman hissediyor hala. Ama zamanla daha iyi oluyoruz, ilk günlerde annemi görünce bazen şaşırıyordum, artık evdeki üç kişilik kalabalığımıza alışıyorum ve endişelerim de akıp geçen zamanla birlikte kayboluyor, Sehun daha çok konuşmaya başlıyor, her akşam yemekten sonra direk odasına gidip çalışma huyunu biraz esniyor, salonda televizyon izliyor annem ile birlikte her gece, onun dizlerine yatıyor, annem saçlarını okşamaya başladığı anda gözlerini kapatıyor ve özlediği her ne varsa oraya doğru götürüyor hafızası onu. Bulaşıkları yıkadıktan gidip onların yanına oturuyorum, annemin başını alıp omzuma yaslıyorum, ona yaslanmak değil ona destek olmak isteyerek. Hala korktuğumuzdan olsa gerek annemin üzerine titriyoruz, bakışlarımız bile hala yarı korkarak dolaşıyor onun üzerinde, bu saatten sonra yine kendi kabuğuna çekilirse bizim için hiç iyi olmayacak.
Ev ve iş ile geçirdiğim günlerim sabit bir çizgi halinde geçip giddiyor. Hem evdeki hem işteki değişikliklere alışıyorum, alışmak yaşamaya devam edebilmek için en elzem gereklilik. Ve alıştığım her şey de bana çok iyi geliyor. Jongdae ile uzun sohbetler ediyoruz bu dokuz günde. Birkaç kez sinemaya bile gidiyoruz. Birinde Sehun ve Baekhyun da yanımızda biz arkadaşlık ediyorlar. Bir arkadaş edinmenin keyfini yaşıyorum. Ama tüm bu düzen bir sabah bozuluyor, sabit çizgim artık garip bir yükselişe geçiyor.
Zaten iyi şeyler çok da uzun sürmez.
Bir sabah dükkanımızın yeşil ahşap kapısının önünde bir paket buldum. Üstünde “Junmyeon'a. Güneş seninle doğuyor.” yazıyordu. Jongdae'ye bakınıyorum ama bulamıyorum, sonra bugün doktor randevusu olduğu aklıma geliyor. İçeri acele ile girip ve paketi en yakımdaki masanın üstüne bırakıyorum. Garip bir duygu damarımda dolaşıyor ama onu tamamen görmezden gelip merakımı bastırıyorum. Gidip ısıtıcıyı açıyorum, kahve çekirdeklerini öğütüyorum, su ısıtıyorum, fırından gelen atıştırmalıkları tezgaha koyuyorum, sanki pakete koşarak gitmek istemiyorum ve hiç merak etmiyormuş gibi. Ama önce işlerimi bitirmeliyim. 07.46’da işlerim bitiyor ve ben de koşar adım masaya doğru gidiyorum, kimden gelmiş olabilir ki diye sorsam da kendime çevremdeki dört beş kişiden başkasını bulamıyorum da onlardan birinin bana gizlice bir paket bırakmasına gerek yok, doğruca verebilirler.
Son bir kez yutkunup, kağıdı elime alıyorum. “Junmyeon'a. Güneş seninle doğuyor.”
Heyecanlanıyorum. Çünkü pek tabii çok heyecan verici bir şey bu. “Güneş seninle doğuyor.”
Paketin sağına soluna bakıyorum ama başka bir şey bulamıyorum. Zaten üşüyen ellerim buz kesmiş gibi hissediyorum. Birkaç kez yutkunup paketi açıyorum. İlk müşteriler gelmeden önce bu konuyu bitirmeliyim.
Nefesimi tutarak kapağı kaldırıyorum. Güneş doğdu doğacak, ilk ışıklar çoktan dünyaya düşmeye başladı. Bulutsuz bu sabahta oturduğum masa doğrudan güneşe bakarken, soğuk ışıklar içimi ısıtıyor, boyamak istediğim ancak cesaret edemediğim siyah saçlarıma ışıklar çarpıyor, saçlarım birkaç ton açık ve daha parlak görünüyor. Yüzümü güneşe dönüp, paketin içindekilere bakmayı geciktirmeye çalışıyorum, bunun tuzsuz bir şaka olması ihtimalinden korkuyorum açıkçası.
Neyse ne, diyerek kendimi bakmaya zorluyorum. Mavi küçük bir zarf, bir tane kurutulmuş Turuncu Kadife çiçeği, bir çift eldiven çıkıyor kutunun içinden. Öylece bakakalıyorum. Çiçeğe uzanıyorum, sanki kokusu hala üzerinde. Sanki elde örülmüş gibi duruyor beyazlı turunculu eldiven, minik açık mavi noktalar var üzerinde, bana nedense kar tanelerini anımsatıyorlar. Yumuşak ve sıcak görünüyor. Eldivene dokunur dokunmaz ısınıyor sanki parmaklarım. Son bir cesaret ile zarfı açıyorum. İçinde kısa bir mektup var.
“ ‘Ellerimin üşümesi kimsenin umrunda değilse, üşüyüp üşümemem çok da mühim bir mesele değildir.’ diye düşünüyorsun belki de. Bu yüzden mi kalın kazaklar ve çoraplar giymene, atkını güzelce takmana rağmen ellerinin yalnız ve çıplak kalması? Yalnızlığını ve kimsesizliğini bir suçmuş gibi ceplerine saklamaya çalışman?
Bilmiyorum işe yaracak mı, ama denemek istiyorum. Bir kerecik dahi olsa.
Kim Junmyeon, ellerinin üşüyüp üşümemesi benim umrumda!
Geceleri uykusuz kalman benim umrumda. Gözlerinin altının şişmesi, yüzünün solması benim umrumda.
Ellerini ellerimle ısıtamadığım her gün beni soğuk gecelerle cezalandırıyor. Ben senin ellerini tutana, onları nefesimle ısıtana kadar bu eldivenleri kullan.
Kalbi sıcak olanların elleri soğuk olurmuş diyorlar, onlara inanmıyorum, ve korkuyorum, kalbinin soğuk olmasından. Geçmiş inançlara inanmak istiyorum senin yüzünden, sırf kalbinin sıcak olduğuna güvenebilmek için.
Sonra sen bahçendeki çiçeklere gülümseyerek bakıyorsun, sokaktaki kedilere gülümsüyor, sana yaklaşan kedileri köpekleri seviyorsun. Kalbinin kor kadar sıcak, güneş kadar parlak olduğunu ispatlıyorsun bana. Sana her şeye rağmen böyle kaldığın için minnettarım.
Çiçek için endişe etme, onu tam ölmek üzereyken koparttım ve kuruttum. Şimdi artık ömrü sonsuz, tıpkı senin gibi.
Sevgili Kim Junmyeon, güneş seninle doğuyor.”
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ateş böceği mezarlığı "suchen
Fanfic@exoficfest için yazılmıştır. TRENSİZLİĞİMİ YUTUYOR HER DEFASINDA BOMBOŞ KALAN BİR GAR İş yerinde tanışmalar, okul, depresyon, garip alışkanlıklar, hep bol gelen kazaklar, ama sıkan iç çamaşırları, fedakarlık, kalamama ancak gidememe sorunsalı, temb...