(Bu hikayede şiddet, küfür, cinsellik, madde bağımlılığı, psikolojik rahtsızlıklar ve benzeri olumsuz örnek oluşturabilecek davranışlar bulunur! Olaylar, kişiler, kurumlar, kuruluşlar, kullanılan madde türlerinin bir kısmı tamamen hayal ürünüdür.)Yukarıda belirtilen uyarılar içerisinde kendi ruh ve fiziksel sağlığınızı olumsuz etkileyeceğini düşündüğünüz tetikleyici unsurlar bulunuyorsa, hikayeyi okumayı lütfen bırakın.
KARGAYA YÜZ ELLİ YIL HÜZÜN
🪶
'' Ateş, yakabileceği her şeyi yakana dek yanar, ancak o zaman söner.''
Oruç Arouba
🎶 The Guest, Blueneck
Ruh, kaybedilmesi en kolay, vazgeçilmesi en zor parçasıdır insanoğlunun. Onu satamazsın, değiştiremez, düzeltemezsin; onda beğenmediğin her ne varsa, geçmişinde de buna sebep olan bir ân var demektir. Kaybetmek basittir onu, çünkü bazen onu kaybeden senken buna sebep olan kişi sen değilsindir aslında; bazen başkasının çektiği acılardır bu, bazense hayatın kendi içinde oynadığı ve seni başlangıca götürmeye yarayan ufacık bir oyun. Yaşı küçüktü derler ama ruhun öyle mi, en çok o ister balçıktan olacak olsa bile toprağın altına yatmayı. Başlangıca doğru uğurlanırsın bir gün sende; topraktan geldik, toprağa gideceğiz en sonunda.
Şıp şıp şıp diye tepesine yağan yağmurun altında verdiği o içsel savaşa, bütün titrek sokak lambaları seyirciydi bu gece. Üstündekiler perperişandı; ayağındaki botların bağcıkları kopmuş, üstü çamura bulanmıştı, siyah kot pantolonun dizleri yırtılmıştı ve üzerindeki tişörtünün de yakası sanki biri onu hırsla sarsalamış gibi dağınıktı.
Şiddetli sağanak yağışlı bir Haziran gecesiydi. Saat sabahın dördü, sokaktaki tek açık mekan genç adamın sırtını yasladığı çorbacıydı. Burası doksanlardan kalma, babadan oğula devreden eski bir lokantaydı. İnsanlar buraya alkol tükettikten sonra ayılmak ya da işe gitmeden önce midelerine iki lokma bir şey girsin ümidiyle gelirdi ama bu genç adam kapıdan çok uzakta oturuyor, yerden bile kalkmaya tenezzül etmiyordu. Buraya gelme amacı çorba içmek değildi.
Islak zeminin üzerinde dizlerini bükmüş, kollarını da üstüne uzatmış bir şekilde başı öne eğik öylece bekliyordu. Siyah uzun saçları sırılsıklamdı, saç uçlarından damlalar boncuk boncuk olup dökülüyordu karnına. Tir tir titriyordu; elleri, ayakları, baldırları, omuzları, başı, her yeri zangır zangır titriyordu ama hava şiddetli yağmura rağmen hiçte soğuk değildi.
Genç adam başını yavaşça kaldırıp sırtını yasladığı duvara kafasını koyduğunda, çorbacının balkon lambası çehresini Ay gibi aydınlattı. Dudakları morarmıştı ve sus çizgisinin üzerine taze bir yara konmuştu. Kaşındaki yarıktan kan sızıyordu ama yüzüne hücum eden yağmur damlaları yarası derin olmamasına rağmen kanı bütün yan profiline dağıtmıştı.
Kısık bakışları dokundu geceye, simsiyah gözlerinde parıldıyordu yıldızlar. Belki ağlıyordu, belki de elmacık kemiğinin üzerinden süzülen damlalar gökyüzünün hüzün sularıydı. Bu gece bulutlar onun çektiği sancıya ağlıyordu.
Genç adamın donuk bakışları boş sokakta gezindi. Hiç his yoktu gözlerinde, bakıyordu ama görmüyordu sanki hiçbir şeyi. Zihninde dolanan görüntüler, sesler, bilgiler, anılar izin vermiyordu belki de bir tepki göstermesine.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KARGAYA YÜZ ELLİ YIL HÜZÜN
Teen FictionYıldızım gökyüzünde; Unutma, beni dile. Uçta günlerim sayılı; Bir gündüz bir gece. Kelebeğin ömrü bir gün. Sana kaldı bu keder dolu, Yüz elli yıl sürecek olan sürgün. "Karganın her bir tüyünü tek tek kopartsan da işlenmez kimsenin sol tarafına, ama...