Pekmezin kansızlığa iyi geldiğini biliyor muydunuz? Pekmez kansızlığa iyi gelir, tabii ciğerden sonra.
Liseye gidiyordum, üşüme eylemini artık ellerim ayaklarım ile değil, vücudumun en küçük hücresine kadar hissetmeye başlamıştım. Ben her ne kadar "Benim ellerim ayaklarım hep soğuk olur ya zaten ehe" diye yırtmaya çalışsam da, annem büyüttüğü dört sağlıklı çocuktan sonra bunu pek yememişti. Olaydan yeteri kadar şüphelendikten sonra beni de koluna takıp, doktorun karşısına geçmişti. Ve kaçınılmaz son, kansızlık...
Sevgili doktor beyciğim, artık ilaçlarla iflah olmayacağımın altını çizerek bir öneride bulunmuştu. Her gün bir kaşık ciğer. Bunu anneme öneri olarak sunarken, ölüm fermanıma imza attığının farkında değildi. Ne demek doktor ciğer bey, ay aman ne demek ciğer doktor bey. Belki oralarda bir vişne, bir yeşil mercimek falan vardır. İyice bakaydınız kıyıya köşeye. Yok mu? Ehe peki.
Annemin bu öneriye hemen atladığını kafanızda canlandırabilirsiniz. Eve giderken yol üzerinde gördüğü ilk kasaptan ciğer almıştı. Annem daha mutfağa giriş yapmadan ben kendimi odaya kapattım ama kurtulabilmek ne mümkün. Artık oksijen değil ciğer kokusu ile nefes alış verişi yapmaya başlamıştım. Durum ne kadar vahim fark ettiniz değil mi? Olayı bu kadar abartabiliyorken bir de benden yemeni bekliyorlar. Yiyebildim mi? Hayır.
Annemin "Ne olur bir kerecik denesen, ne olur beni kırmasan, hiç mi hatırım yok" şiirine daha fazla dayanamayarak, bir küçük ciğer parçasını, bir büyük ekmek dilimin içinde güzelce saklayıp, mideme yollamaya çalıştım. Bakın gerçekten çalıştım. Ama değil ciğer, ekmek parçası bile mideme ulaşamazken, ben kendimi lavaboda buldum. Ciğer ile başlamadan biten ilişkimiz ektedir.
Annem bana değil de galiba her gün kendini lavaboda bulacak ciğere daha çok acımış olacak ki, bu apansız durumu daha katlanabilir bir seçenek ile değiştirdi. Pekmez... Kendisi ile bir çikolata, bir çilek gibi olmasak bile, iyi anlaşırdık. Özellikle babanne elinden olunca.
Sonra daha iyi anlaşmaya başladık. Şeyden sonra... O, bana Pekmez demeye başladıktan sonra. On dört yıllık adımı unutmuş -ki halam tarafından çok popüler olduğu için seçilmişti- kendimi Pekmez olarak görmeye başlamıştım.
Ne zaman başladım, ne ara oldu her şey. Bunu kesin olarak hatırlamıyorum.
Lise ikiye giderken bir kız önümü kesip, nelerden hoşlandığını sorduğu zaman mıydı? İliklerimi geçtim, hücrelerimin en küçük parçasına kadar kıskandığım zaman. Yoksa saçımı onun gibi kısacık şekilde kestirmek istediğim zamanlar mıydı? Günler boyunca evdeki herkesi darladıktan sonra, babam kafasında eziyetimin devam etmesinin mi, saçımı kısa kestirmemin mi daha az zararlı olduğunu tartıp, buna izin vermişti. Tabi daha sonra arka mahallenin çocukları beni "erkek" sanıp kovalamaya başlayınca kendimi yine onun kollarında bulmuştum. Abim, o ve ben dışarı çıktığımız zaman, yavaş yürüdüğüm için adımlarını bana uydurduğu zamanlar mı? Salatayı soğansız, yoğurdu sarımsaklı ve sarımsaksız olarak iki şekilde hazırlamaya başladığım zamanlar da olabilir. Belki de, sağ kaşının üstündeki doğum lekesinin anlamını öğrendiğim zaman, varlığını ispat edercesine orada duran küçük lekenin anlamını... Ya da çok öncesi. Hani o kış günü, karla kaplı okul bahçesinde kolunu bırakmayıp "Ne olur o da bizimle gelsin, lütfen bizimle gelsin" diye ağladığım gün. Hani kolundan tutup da hayatımızın tam ortasına fırlattığım gün.
Her an olabilirdi. Ben o her anın birinde takılı kalmıştım. Böyle olması gerekiyormuş gibi. Onu sevmem gerekiyormuş gibi. Takılı kaldım. Ah bunu dememeliydim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Pekmez
Teen FictionBen ve gözlerim her şey normalmiş havası yaratmaya çalışırken, kalbim içeride bildiğini okumaya devam ediyor. Takılmaması gereken yerde takılı kalıyor. Gözlerinde. -Bir daha görünür mü Gözlerin gözlerime... Bir daha göründü, gözlerin gözlerime. ...