Karşımda duran kocaman binanın karşısında kendimi küçücük hissediyordum. Neden buradaydım? Nasıl buraya gelmeye cesaret edebilmiştim? Son kalan bilinç kırıntılarımla hatırladığım kadarıyla, odamdaki duvarlar üzerime üzerime geliyordu. Eve sığamamıştım, bu yüzden kendimi dışarıya atmıştım.
İçimde bir şey vardı. Çok ağır bir şey. Soluk borumdan yukarıya yavaş yavaş tırmanan bir şey hissediyordum. Nefes almamı zorlaştırıyordu. Sıkıyordu beni. İçimden boğuluyordum. Kurtulmak istiyordum. Daha neyden kurtulacağımı bilmeden, kurtulmak istiyordum.
Sonra bunların sebebinin Jungkook olduğunu düşünmüştüm. Bana ettiği teklifi düşünüyordum günlerdir, sanki ölüm kalım meselesiymiş gibi hem de! Büyük bir sorumluluk almış gibiydim bana bırakılan bu teklif sonrası.
En iyisi onunla yüzyüze konuşmak, diye düşünmüştüm ve işte buradaydım. Kore'de gittikçe yaygınlaşan teknoloji markasının şirketinin önünde dikiliyordum: Elegant.
Yanımdan geçip giden takım elbiseli insanlar gibi, Jungkook da buranın bir parçasıydı. Ona olan hayranlığım yüreğimde kabardı. Ben daha fakültedeki insanlarla başa çıkmakta zorlanırken, Jungkook burada çalışıyordu. Oysa ki ben iki sene sonra iş hayatına karışacak olabilmenin ihtimaliyle titriyordum.
Şirketin önünde dikilmem etraftaki insanların garibine gitmesin diye, yavaş adımlarla şirketin girişine yöneldim.
Belki de Jungkook'u aramalıydım, ama sanki ona sürpriz yapmak istiyordum. Beni karşısında gördüğündeki tepkisini merak ediyordum. Gözlerini kocaman açardı, o kahverengi bal küreleri yayılırdı gözlerinin içine.
Hayır. Belki de bundan hiç hoşlanmazdı. Teklifini henüz kabul etmediğim için, onun hiçbir şeyi sayılırdım.
Aramalı mıydım? Şirketin içine girmeme gerek kalmadan, o yanıma gelirdi belki. Böylesi de yeterince şaşırtıcıydı hem.
Cebimden telefonumu çıkarırken, kolumda bir dokunuş hissettim. Bakımlı tırnaklar, uzun parmaklar ve parfüm şişesine düşmüş bedeninden gelen yoğun koku...Soyeon, yan gülüşüyle karşımda duruyordu. Kolumdaki elini çekmeden, "Taehyung?" dedi. Sesinden burada olduğuma inanamadığının hissiyatını alabilmiştim. Eh, ben de en az onun kadar şaşkındım. "Seni gördüm ama emin olamadım, bu yüzden yakından görmek istedim. Gerçekten de sensin. Ne yapıyorsun burada?"
"Hiç. Ben sadece düşünmüştüm ki..."
"Jungkook'u görmeye mi geldin?"
Aniden sorduğunda geriledim ve kolumdaki tutuşu yok oldu. "Onunla konuşmam gerekiyor. Cevaplamam gereken bir şeyler var."
Kaşları çatılmış, az önce merakla açılan gözleri kısılmıştı. "Eğer çok önemliyse sana yardım edebilirim." dedi. "Ben de onun yanına gelmiştim zaten. Birazdan işi bitecek, rahat rahat konuşursun."
"Neden bana yardım ediyorsun?"
"Kötü biri değilim." dedi. "Sadece Jungkook yeterince meşgul, bir de senin onun kafanı karıştırmanı istemiyorum."
"Jungkook'un iyiliğini senin kadar ben de istiyorum, meraklanma."
"Ne konuşacaksınız? Jungkook bana bahsetmedi böyle bir şeyden."
"Evet, bahsetmediği diğer birçok şey gibi." dedikten hemen sonra pişman olarak dudaklarımı birbirine bastırdım. Zaten geçenlerde, kafedeyken, ona Jungkook'un bipolar olduğunu söylemem kocaman bir hataydı. Jungkook'un özelini açmıştım. Eğer Soyeon'un bilmesi gerekseydi Jungkook çoktan söylemiş olurdu. Pişmanlık tekrar tekrar yüreğimi sıkıyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
beni yeniden kıramazsın // taekook
Fanfictionbana aşktan bahsetmeyin, o acıyla kasılmaktan nefret ederim. (the smiths)