1, bad hair day

142 17 73
                                    

minik elli çocuk, o gün bana karamel şekerini verdikten sonra, şekeri yemedim. sanki o, çok önemli ve henüz tamamlanmamış bir koleksiyonun parçasıymış gibi gözümün önünde tutuyordum onu sürekli. arada şekeri elime aldım, havaya kaldırıp inceledim. hiçbir tuhaflığı yoktu. paketi açılmamış gibiydi. yesem zehirlenmezdim sanki.

peki neden yiyemiyordum?

o gün her zamanki gibi kitap okudum, televizyon izledim, telefonumda gezindim, telefondan sıkılınca şarkı yazmaya çalıştım...

hiçbir şey zevk vermedi yine de. eskiden aldığım o mayhoş tadını kaybetmişti hayat. bıkmıştım sanki. henüz çok gençtim ya gerçi, yirmi yedi yaşıma basalı sekiz ay olmuştu. nasıl bıkabilirdim hayattan?

nasıl?

umursamazlık çöküyordu üzerime. sanmazdım ki normal bir hayatı olan birisi, dün benim yaptığımı yapsın minik elliye. sıkıntılarım var, diyordum kendi kendime. işimi de kaybetmiştim. nereden para kazanacak, neyle, nasıl geçinecektim?

bu düşüncelerim geceyi getirdi beraberinde. hava kararmıştı, ev soğuktu, peteklerim bozuktu ve çağırdığım tamirci gelmemekte ısrarcıydı. aklımdan bunu geçirmemle beraber titremem bir olmuştu. iç geçirdim.

savsak adımlarla ve ensemi kaşıyarak koltuğuma ilerledim. telefonumu kolunun üstüne, karamel şekerinin yanına koydum, şarja taktım. çok oyalanmamıştım ya zaten telefonda! sevmezdim sosyal medyayı. işe gitmeyi de bırakınca televizyonda düzgün hiçbir şey olmadığını fark etmiştim, uzun zamandır kullanmadığım netflix'e başvurmuştum o yüzden de.

sahi, bir süre sonra onu da kullanamayabilirdim.

koltuğa uzandım. daha fazla bir şeyler düşünüp yorulmak hiç de cazip gelmemişti. düşünmek, gerçekten de yorucuydu. gözlerimi kapattım usulca. yarın sabahın köründe uyanmak istemiyordum, dinlenmek istiyordum artık. "oradaysan," dedim tanrı'ya. "oradaysan sana dua ediyorum, lütfen erken uyanmayayım."

birkaç dakika içerisinde yine hissettim üzerimdeki karşı konulamaz uykuyu. bıraktım kendimi kollarına. ruhumu emip beni kimsenin bilmediği diyarlara götürmesine gerçekten ihtiyacım vardı.

sıkıcı ve siyah geçen saatlerin ardından, kapı tıklatılma sesi duydum. kaşlarımı çattım.

rüya mı görüyorum yoksa?

tekrar kapı sesi duyuldu ardından.

hayır, rüya olamaz.

birbirine yapışmış göz kapaklarımı zorlayarak açtım ve karşımdaki saatle karşılaştım.

altı buçuk.

kapı sesi.

dün olanlar aklıma gelince zihnimde bir şimşek çaktı. yerimden fırlayıp üstümdeki örtüyü top hâline getirerek yere attım ve hızlı adımlarla evin kapısına gittim. kapının önüne gelince yutkundum, çok bekletmeden de kapıyı araladım.

karşımdaydı işte. gelmişti.

"sen... yine gelmişsin." kapıyı tamamen açınca elinde bir poşet olduğunu gördüm. ben daha nedenini soramadan minik el söze girdi.

"görüşürüz, demiştim sana. sözümü tutuyorum."

doğru ya. görüşürüz, demişti bana. "anladım." dün yaptığı gibi ayakkabılarını çıkardı, kapı pervazının yanına koydu. dünden farklı olarak beresi vardı başında, üşümüş olmalıydı.

ben yine bir iki adım gerileyince o da yine kapıyı kapattı. poşeti bana uzattı. bir şey demeden aldım. ardından, beresini çıkardı ve katlayıp cebine koydu. ıslaklığı gözümden kaçmayan saçlarını elleriyle havalandırırken bir taraftan da benimle konuşuyordu. "içindekilere bakarsın. dün markete gittim. ne seversin bilemedim ama tavuk, erişte, hamur işi... bulduğumu aldım işte." ben şaşkınlıkla ona bakarken o, koltuğun yanına gidiyordu. yere attığım örtüyü aldı koltuğa varınca, düzeltti ve yerine koydu. ardından bana döndü. bak, dercesine eliyle poşeti işaret etti.

yoonmin // karamel şekerleriHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin