5, the river

91 11 187
                                    

gelmemişti. belki varlığı ölüm düşüncelerimi bir nebze olsun unutturmuştu ki şimdi zatının burada olmaması evimin ışıklarını bana küstürmüştü. ne de çabuk, ne de yanlış kapıldım diyordum kendime. bir kez daha duyguların karmaşıklığına ve anidenliğine lanet ettim.

dünyayı kendi pisliğine bırakıp gitmek istemiştim ben oysaki. şimdi neden bekliyordum?

gitmek kavramını hatırladığım bu anda, jimin'in sözleri aklıma geldi. "meydanın karşısında, sarı binanın altında kalan markette." demişti bana. o bana gelmiyorsa ben ona gitmeliydim.

benim faturalarımı kendisi ödeyen bir park jimin olduğundan hayatımda, bir aydan fazla olmuştu apartmandan dışarı adımımı atmayalı. hoş, ne dışarının ne de insanların yokluğunu hissetmiştim. kendini dinlemek, her şeyi unutmak, boşvermek pek güzelmiş meğer. şimdi ise en sevmediğim şeyi yapacaktım. hayatın varlığını kendime hatırlatacaktım. okuldan kaçmış eve koşan gençleri görecektim, el ele tutuşan aptal âşıkları, işine yetişmeye çalışan meşgul insanları, mühim dertlerden ırak duran hayvanları, susmak bilmeyen arabaları... kaostu. sevmezdim. sessizlik, sakinlik huzurun kapısını açardı benim için, insanlık değil. mizantroptum belki de, bilmiyordum.

hızlıca montumu, beremi ve atkımı giyip kullanılmamaktan toz tutmuş ayakkabılarımı ayağıma geçirdim. acele adımlarla terk ettim binayı. her saniye daha hızlı ve hırslı atan kalbimin eşliğinde daha önceden kendisince tarif ettiği markete gidiyordum.

sahi, gidiyordum ama varınca ne olacaktı? marketten içeriye girdiğim anda beni kollarıyla sarıp sarmalamasını bekleyemezdim. beklememeliydim de.

akışına bırakmaya karar verdim. onunla tanıştığımızdan beri yaptığım tek şey buydu. aramızdaki o tuhaf iletişimi iyileştirmek veya kötüleştirmek için herhangi bir çabada bulunmamıştım. o ne yapmak istediyse, nasıl yönettiyse ona uymuştum. pek tabii merak ediyordum çoğu şeyi lakin arkasında olduğunu tahmin ettiğim o kırık benliğini bir kez daha parçalamak akıl karı değildi. bana da ilişmesinler isterdim çünkü. davranışlarımızı bir nebze olsun benzetirken onun da benim gibi olmamasını dilemekten başka bir çarem yoktu.

o yüzden, ilk defa ona gerçek bir adım atarak yanına gittim. sonradan olacakları kadere bırakmıştım şayet bizi bir araya getiren de ta kendisiydi. bana hislerimi geri veren, ta kendisiydi.

düşünceler ne kadar derin olursa olsun, başımı sallamanın onları kovacağını bildiğimden gözlerimi sıkı sıkıya kapattım ve başımı salladım. gidiyordum işte, bunun üzerine kafa yormaya gerek yoktu. yolu yarılamıştım ve ileri gidersem kazanabileceğim bir şeyler varsa, geri dönersem de kaybedeceğim bir şeyler olabilirdi. ihtimaller her zaman tutunabileceğiniz kadar güçlüydü, iyilere odaklanacaktım.

aklımdan geçenler dakikaları kovalerken sessiz bir öğlen vakti jimin'in çalıştığı markete varmıştım. dışarıdan içerisi görünmüyordu, eğer onu görmek istiyorsam girmekten başka bir seçeneğim yoktu. amacım sadece onun iyi olduğuna emin olabilmekti ama... işler böyle ilerlemeyecekti sanırım.

içeri girdim.

büyük ve düzenli bir marketti. karışık raflar içeriyi dağınık gibi göstermenin yanından bile geçemiyordu. ürünler özenle dizilmişti. en üsttekilerin rengi açıktı ve rafta aşağıya doğru gidildikçe renkler koyulaşıyordu. benzer renkler de yan yana konulmuştu. jimin'in ne kadar düzenli birisi olduğu aklıma gelince bunların hiçbirisini yaparken rahatsız olmayacağını bildiğimden küçük bir kıkırtım misafir oldu kısık konuşma ve kasa seslerine.

o sırada yanımdan geçen görevliye seslendim. "bakar mısınız?" duyduğu gibi bana döndü. yüzüne yorgun bir gülümseme koyarak karşılık verdi. "acaba..." dedim çekinerek. "park jimin bugün burada mı?" gözleri hafiften parıldar gibi oldu. garipsemiştim.

yoonmin // karamel şekerleriHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin