II.Bölüm

24 2 0
                                    


Yarım saatten fazla bir süredir ormanda yürüyordu. Yol boyunca Hades'in habercileri ve kendi dışında hiçbir canlı ile karşılaşmamıştı. Aniden Habercilerden biri sanki üzerlerine yoğunlaşan düşünceyi algılamışçasına pürüzlü bir şekilde gakladı. Garip bir şekilde bu ses çok insani çıkmıştı. Sanki başka bir uğursuz yaşlının ayağını bir yere çarpması sonucu balgamlı gırtlağından sıyrılan bir haykırışmış gibi. Zaten bir süre sonra onlarda gitmişti, uğursuzluk tohumlarını başka topraklara ekmek için gitmiş olmalılardı.

İçten içe susadığını hissetmeye başladı. Dudakları, distopik bir dünyanın suya delicesine aç verimsiz toprakları gibiydi. Dilinin, lanetli bir bedevinin bit pazarından bir gümüşe aldığı deri kemer kadar kuru olduğunu hissediyordu. Matarasının ikisi de saatler önce bitmişti (bu sebeple üç kere ihtiyaç molası vermek zorunda kalmıştı) İnsanlar gerekirse kendi idrarını içerek bir süre susuzluğunu giderebilirdi. Bir yerde okumuştu bunu. O an bu bilgi ona pek bir gereksiz gelmişti doğrusu. Ama şuan kulağa o kadar da saçma gelmiyordu. Susuzluğunu unutmak için diline, oltanın ucuna takılan bir solucan gibi şarkı dolamıştı. Bu şekilde 500 metre daha yürüdü. Yolda iki kere, görüldüğü kadarıyla sabitleyemediği ve ara sıra yerinden kayan av tüfeğini düzeltmek için mola vermek zorunda kalmıştı. Kuru bir denizde balık yakalanamayacağı gibi, diline doladığı şarkı da susuzluğunu giderememişti. 50 metre daha yürüdü. Bir 100 metre daha...

Sonunda dayanamayıp sırtındaki çantasını yere attı. Ve olduğu yere çökerek bir sigara daha hazırlamaya koyuldu.

"Bir dahakine ikiden fazla matara al yanına geri zekalı herif!" (Kağıdı tekrardan ustalıkla yaladı)

"Ya vaktinden önce tekrardan medeniyete dön, ya da idrarını iç. Hah!"

Sigarası hazırdı. İlk nefesini çekti ve dili bir milenyum daha yaşlandı. Dijital saatine baktığında, ekranın 05.50 olduğunu gördü. Avdan saat 9'da ayrılacaktı. Arabası kilometrelerce geride kalmıştı. Sigarayı ağzına alarak, arkasında kalan çantasına kabaca ulaşmaya çalıştı ve çekip yanına getirdi. Askeri kamuflajlı standart bir avcı çantasıydı ve bunu ikinci elciden yok pahasına almıştı. Ön cebinin fermuarını gürültülü bir şekilde açıp içinden mat kırmızı kağıtla kaplanmış eski bir kitap çıkardı. Tüm kitaplarını aynı renk kağıt ile kaplar, bu şekilde dışarıdan hangi yazarın eseri olduğunu anlaşılmaz kılınmasını sağlamak gibi değişik bir huyu vardı. Onun için önemli olan kitabın ismi veya kimin yazdığı değil içindeki bilgiydi. Yüzlerce eser bulunan kitaplığından rastgele bir şekilde alıp çantasına atmıştı. Sonuçta dışarıdan hepsi aynı görünüyordu? Rastgele olmayıpta başka nasıl olacaktı ki?

Kurban edilmiş, bahtsız bir bakirenin kurumaya yüz tutmuş kanı kadar kızıl renkteki kitabı eline alıp sayfaları karıştırdı. Kitabın ortalarında bir yer bulup okumaya başladı. O arada sigarasından bir nefes daha çekip rahatsız edici bir şekilde yutkundu Sayfa 256, 3.paragraf. Bir nefes daha çekip, Charon'un eklemlerinden çıkan gıcırtılı sesi hayal etmeye çalıştı. Sayfa 257...

O da ne? Bir ses duymuştu. Tahta bir kapının paslı menteşelerinden çıkabilecek tanıdık bir ses. Yakında bir kulübe gördüğünü hatırlamıyordu. Ama gözlerini kısarak baktığında tam solunda, ağaçların arasında küflü bir kulübenin siluetini fark etmişti. Sigarası bitmek üzereydi. Hemen söndürüp ayağa kalktı ve sırt çantası ile simbiyotik ilişkisine geri döndü. O kulübeye kesinlikle göz atmalıydı. Oraya vardığında aklına iki düşünce hakimdi. Kulübenin içinde değerli bir şey var mıydı? Ve annesini öldürmeli miydi? Fakat ilk soru o an için daha baskın görünüyordu. Kulübenin küflü duvarları ve üzerinde yer yer çatlaklar bulunan, çam polenleri ile kaplanmış pencereleri istemsiz olarak ürpermesini sağlamıştı. Kesinlikle tekinsiz görünüyordu. Yaklaştıkça bir ses. Evet, o an için tutkuyla arzuladığı tek şeyin kaynağının sesi miydi yoksa bu?

Kapının önüne geldiğinde kapının aralık olduğunu gördü. Kapının menteşelerinden biri yerinde çıkmıştı ve hafif bir rüzgarda bile hareket edip az önce dikkatini çeken gıcırtılı sesi çıkarıyordu. Fakat duyduğu o ilahi ses daha da güçlenmişti ve o tanrıların mırıltısının kaynağının bu uğursuz yer olduğuna kesin kanaat getirmiş bulunuyordu. Kapıyı eliyle ittirdiğinde gerçek ile burun buruna geldi. Bir musluktu o ve ağzından şarıl şarıl su akıyordu. Musluk amatörce yapılmış bir sözde mutfak tezgahının üzerine sabitlenmişti. Daha fazla dayanamayıp hemen "o şeye" doğru koştu. Eldivenlerini hızla çıkarıp yere fırlattı. İlk olarak ellerini yıkayıp, yüzüne iki su vurmuştu. Artık susuzluğunu giderebilirdi ve hayat sıvısını boğazına doğru akıtmaya başladı. Suyun tadı hafif asidik olmasına rağmen nefisti! Fakat o ziyafet çok kısa sürdü ve musluğun tüm ihtişamı birden bire sonra ermiş, su kesilmişti. Lanetler savurarak çeşmenin vanasını defalarca kez iki farklı yöne çevirdi fakat çabası sonuçsuz kaldı. Ne bir damla su geldi ne de borulara sıkışmış havanın gurultusu.

Kendini en başta erken boşalma durumu yaşadığı bircinsel ilişkide gibi hissetti. Saat 6.03'ü gösteriyordu. Evde değerli bir eşyaolup olmadığını kontrol ettikten sonra oradan ayrılmasının en doğru kararolacağını anladı. İçinde bulunduğu kulübe sanki ruhuna garip bir melankoli katmıştı. 

MuslukHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin