Birkaç gündür Donghyuck solgun ve yorgun olduğunu söylediğinden dolaşmaya çıkmıyorduk. Onu yemek yemeye çağırdığımda, gelip beni izliyordu sadece. Aniden masadan kalkıp gitmesi aramızda sanki bir sorun varmış hissi veriyordu. Gerçekten çok tuhaftı. Ben ona kötü mü hissettiriyordum? Ayrı odalarda kalıyorduk, tek kalmak istediğini söyleyip başından beni atıyordu. Kırılmıştım. Beni hiç görmüyordu. Durmadan kendimi suçlayan sorular sormaya devam ediyordum. Sessizce gitmek istedim. Gidersem, yanımda o olmazsa ne yapardım ki? Ben nasıl her şeyin anlamını düzgün çıkaracaktım o zaman?
Kapısını tıklatıp içeri giriş yaptığımda sifon çekme, her şeyi yerle bir etme sesi duydum. Banyodan ben tıklatmadan önce çıktığında göz altlarında oluşan morlukları gördüm. Ağzı kupkuruydu, soğuk soğuk terlemişti. Tüm ciğerlerindeki nefesi tüketecek kadar öksürdü, yemediği yemeği kusacaktı sanki. Fırsat bulup hızlıca konuştu.
"Mark, gider misin odadan?"
Hâlâ odasından çıkmamda ısrar ediyordu.
Ellerim kollarım bağlanmıştı. Birkaç hafta önce o gün bayıldığında anlamalıydım bir şeyler olduğunu. Üstüne gitmeli, tek bırakmamalıydım.
"Neden cevap vermeden içeri girdin? Gider misin?"
En güçlü ses tonunu kullansa da sesi zayıf geliyordu. O öksürükle bedenindeki tüm enerjiyi yitirivermişti.
Hiddetle karşı çıktım:
"Sus artık aptal! Bana niye söylemiyorsun, niye saklıyorsun bu hâlini?"
"Elinden ne gelir ki?"
Sakince cevapladığında derin bir nefes aldım. Çok düşünmek onu birtakım psikolojik rahatsızlığa sürüklemişti.
Benim aşırı rahat olmama mı sinirlenmeliydik yoksa onun bu kadar diken üstünde olmasına mı? Soru sormayı bırakamadım, doğru.
"Sonraki hayatını düşünmekten kendini alıkoyamıyorsun. Depresyona ister istemez girdin, kendini öldürmekten söz ediyordun o gün. Uyumamışsın, ne uyuyorsun ne de yemek yiyorsun. Şu günlerde yüzün ne kadar çökmüş, kendinden haberin var mı? Aptal, biz arkadaş değil miyiz? Biz diyorum çünkü ikimiz varız sadece. Sen ve ben. Dışarı bak Hyuck! Havaya bak, durmuş insanlara bak. Kimse sana zarar veremez, kimse seni aşağılayamaz. Sen onlardan kat kat üstünsün. Zavallı ve savunmasızlar. Ya sen, ufak iki üç iş için..."
Hyuck sarılıp ağlamaya başladığında kollarımı sırtında birleştirdim. Bitkindi, ondan yayılan negatif enerjiyi tadabiliyordum. Saçlarından öptüm, korkmadım. Çünkü rahatlaması gerekti. Gereksiz aptalca şeyleri düşünerek kendisini yormasına izin veremezdim.
"Mark, teşekkür ederim. Teşekkür ederim, binlerce kez sana teşekkür ederim. Yollarımız kesiştiği için Tanrı'ya teşekkür ederim."
Benden ayrıldığında yüzüme bakmıyordu. Yere bakarak hıçkırıyordu. Soluk teninin göstermekte zorlandığı çillere bakıyordum.
"Hadi yat Hyuck, buradayım ben. Gitmeyeceğim."
Gözlerini kaldırıp çekinerek sordu.
"Tepedeki gibi..."
"Tepedeki gibi."
Onun bu durumdan çıkması için elimden geleni ardına koymayacaktım. Doktor yoktu ama ben vardım, benim için o vardı.
Dar olan yatakta bir kişi olabiliyorduk. Başını göğsüme yasladığında okşayıp gözlerini kapatmasını söyledim. Gözleri bile acıyordu. Saçlarını okşamak imkansız değildi. Evet, yine yanıyordum. Güneş buz tutmuştu, ben bu sefer yanıp ısıtıyordum güneşi. Uykuya teslim oldu. Demek bir dokunuşum yetiyordu huzura ermesi için. O uykuya teslim olurken ben de ona teslim olmuştum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
emniyet 66 | markhyuck
Fanfic"İkimiz de istemediğimiz bir düşteyiz." Mark tüm şansını harcamıştır. Kötü olaylar çorap söküğü gibi ardı ardına gelişirken Donghyuck, Mark'tan bi'haber işi yüzünden intihar eşiğindedir. İşsizlik-iş sıkıntısı, ekonomik sebepler ikiliyi iyice bunaltm...