episode 8: tepedeki çiçekler şahit.

278 46 15
                                    

Zaman dünya durunca daha da hızlanmıştı sanki. Tatsız olayın üstünden tekrar haftalar geçmişti. Kum saatimiz dolmakta mıydı yoksa o da dünya gibi durmuş muydu? Hayır,  eskisi gibi düşünmüyordum bunları.

Bir tepeye gelmiştik bu sefer. Tüm şehri güneşin gözünden görmek istiyorduk. Sabit sıcaklığa alışmıştık, o güneşe bakıyordu ben ise ona. Çünkü güneşim oydu. Bakacak başka güneş göremiyordum. Sadece bir taneydi ve yanımda oturuyordu. Geride olan ellerini ellerimle kavuşturmak istemiştim ama sıcaktı. Korkuyordum yine geçen seferki tatsızlığa bağlanmasına.

Yine de yavaş yavaş elimi yaklaştırdım. Bir anda güneşten bana gözlerini çevirdiğinde elimi geri yerine götürdüm. İşte korku bu Donghyuck. Her seferinde yanımdan ayrılacaksın düşüncesinden hâlâ kendime gelemedim.

"Havaya alıştık ama ben hâlâ gecemi karıştırıyorum."

İçimden elimi yakıp ilk günkünden parlak bal parçası saçlarını okşamak geliyordu. Tıpkı o gezegenin çocuğuydu. Gülümsemesini okşamak... insanın içinden yapmaya cesaret edemediği neler geçiyordu öyle?

Gözlerimiz öpüyordu birbirini.

"Evet, ben de."

Geriye yatıp gözlerimizi ayırdı. Acımasız.

Heyecanlı heyecanlı "Aklıma ne geldi, benim saatim hâlâ durmadı. Zamanı biliyorum." diyerek Hyuck'un yüreğini hoplattım. Esmer yüzünün ışığı sönmüştü. Anlam veremiyordum, hiçbir zaman anlam veremiyordum bu kadar soluk olmasına aniden.

"Öyleyse tarihi söyle bana."

Saati cebimde taşıyordum. Tersini yaptığımda kolumda iz çıkartıyor ve terletiyordu. "2 Ağustos 2020." diyiverdim. Aklıma o an doğum günüm olduğu gelmişti.

"Bugün benim doğum günüm ama ben bunu kabul etmiyorum." Gözlerini pür dikkat bana dikmişti. "Dünya durduğunda ben doğdum. Yeniden doğduk hayatı bu sefer yaşamak için." Dudaklarını araladı.

"Ya ölmek için doğduysak?"

Cevaplamadım. Kaç defa ölecektik? İki defa geldik dünyaya, kaç defa daha yara alacaktık? O mu beni yaralayacaktı ben mi onu? Yaralasın. Yeter ki yaşasın.

"Doğum günün kutlu olsun. Seneler akıp..." O gün söylediğim cümle aklına gelmiş olacaktı ki küçük bir kahkaha bıraktı. "Sana benziyorum. Seneler akıp geçiyor mu yoksa sadece zamanı bize haber verme amaçlı hiç mesaisine ara vermeden mi çalışıyor saatin bilmiyoruz ama durumumuzun sonu gelirse mükemmel bir iş bulacaksın. Geç değil sen hâlâ gençsin."

Dediğine güldüm. Neredeyse otuzuma girmiştim.

"Ben de bilmiyorum. Çalışmayacağım. Paranın kökü gelse de. Kendi işimi kuracağım."

"Ortağın olurum o zaman, kimse beni sıkmaz. Otuz yaşına bastım. Beni çeken sen olursun."

Yine güldü.

"Mark, otuz yaşında olduğuna emin miyiz?"

"Hayır."

Hayal kurmaya devam ediyorduk. Bunları gerçekleştirmeden henüz hayallerdi. Sonunu da bilmiyorduk. Hiçbir şey bilmiyorduk. Zaman alay ederken bizimle, biz hâlâ hayallere ara vermeden devam ediyorduk.

Kafamı omzuna koyduğumda Hyuck sızlanıyordu.

"Kafan çok ağır Mark, baskı yapmayı kes."

Kıkırdayıp güneşten uzaklaşmadım. Kafamı gökyüzünde aylardır dikili olan başka parlak şey gelmesin diye güneşin koynuna koydum. Yanıyordum cayır cayır.

"Mark, kafan huylandırıyor."

Kıkırdayarak dediğinde aldırmıyordum. Kollarını açıp beni kucaklayınca o kadar mutlu olmuştum ki. O gün ona sarılamadığım aklıma gelmişti, uyurken sarılmaya cesaret ettiğim. Ben de ellerimi göğsünün üstüne koyup gözlerimi kapattım.

Amele gibi yanacaktım, kimin umrunda.

emniyet 66 | markhyuckHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin