Tekrardan hoş geldiniz. Ben hevesle başladığım bu işe aynı hevesle devam ediyorum. Okunmazsa da, sayı az olsa da yapacağım. Yaptım, başardım diyebilmek için. Ama siz yine de okursanız, çevrenize önerip okutursanız çok sevinirim.
*
'Bir sert tavırla karşılarsa seni hayat, bir dirsek darbesi kadar da can yaksa buna da dayanacak o gücü bulursun. Sertlik kanında var hayatın, anladın mı hayatım?' Sabah sabah bu şarkıyla uyanmamın tek sebebi on yedi yaşındaki ergen kardeşim elbette. Gerçi iki ay sonra reşit olacak, ergenliğinin son anlarında ama bu isyankâr hallerini üniversite sınavına hazırlanmasına da verebiliriz.
''Anladım hayatım, anladım.'' derken sakin kalmaya çalışıyorum. ''Pazar sabahı böyle uyanınca tüm günüm gergin geçiyor. Sen de bunu anla.'' Yüzüne yapmacık bir gülücük takınıp yataktan bir hışımla kalktı. Koşarak banyoya gitti.
''Seni küçük sincap...'' diye mırıldanarak mecbur ben de kalktım. Gideyim de banyo kapısını sürekli tıklatarak sinirlendireyim. Hemen çıkması için psikolojik şiddet var, evet. Evdeki küçük hesaplaşmalarımız da böyle oluyor genelde.
Kardeşim Deniz'i çok seviyorum. Babamız bir, annelerimiz ayrı da olsa hiçbir ciddi sorun yaşamadık. Ettiğimiz kavgalar klasik kardeş kavgalarından ileriye gitmedi. Aylin abla – ona anne demem için beni hiç zorlamadı, içinden ne geliyorsa öyle davran demişti.- beni hiç Deniz'den ayırmadı. Ben annemi yedi yaşındayken kaybettim. Ona dair çoğu şeyi hatırlıyorum. Bana sevginin her şeyden üstün olduğunu, kız çocuklarının kimseye muhtaç olmadan ayakta durması gerektiğini ilk o aşıladı. O zamanlar anlayabileceğim şekilde söyledi. '' Civcivim, sen gülünce kısılan gözlerin benim en güzel manzaram. Ben olmasam bile hep gül. Akan yaşlar senin yanağını ıslatırken beni yağmurda sırılsıklam hâle getiriyor. Hiçbir zaman yalnız değilsin. Yanında kimse olmasa bile Leyla var. Ona içini dök. Benimle dertleşiyormuşsun gibi yap.'' bunları aklıma mıh gibi kazıdım. Kazıdıktan sonra üstünü kimsenin açamayacağı şekilde koli bandıyla kapadım.
Babam da annemi kaybettikten sonra bir süre tökezledi. İlk aşkını kaybetmişti ama ondan geriye çok kıymetli biri kalmıştı. Ben, biricik kızı. Bana onun eksikliğini hissettirmemeye çalışırken kendinin de o eksikliği kendine bir hastalık gibi yapıştırdığını büyüdükçe fark ettim. Yaklaşık bir sene Aylin abla ona hep dost olmuş, yoldaş olmuş, acısına merhem sürmüş. Babamın kahkahalarının artmasıyla anladım Aylin ablanın ona iyi geldiğini. Derken kendilerini evli buldular.
Pat. Pat. Pat.
''Hadi be Deniz. Çık artık, sınava da orda mı gireceksin?'' Bu kızın gelişi bile çok geçti. Doktorlar doğal doğum için hiçbir sorun yok bekleyelim demişti. Kırk hafta bitmeye yakındı, bizimkinin gelmeye niyeti yoktu. Baktılar anne karnında çok rahat, oldukça büyük, doğması zor olacak bu yüzden sezaryenle aldılar. Yani hep iteklenmesi gerek, kızmayın bana. Kardeşini rahat bırak falan da demeyin.
Hele şükür çıktı. Bir de pişkin pişkin gülüyor. Yersin böyle totoya şaplak. ''Ablaaaa! Elin çok ağır ya.'' Ağlarsın işte böyle, kaç kenara hadi. Büyüğüne yol ver. Elimle kenara itip girdim. Uykumu bile açamadan seninle çok bile muhatap oldum.
Su çarptım yüzüme, aynaya baktım. Annemin gözlerinin aynısını taşımak her aynaya bakınca kendimi mutlu eden küçük bir şeylerden biri sadece. Ben onun kalbini de taşıyorum. Ama şu suratımdaki çilleri taşımayı küçükken hiç sevmezdim. Üçüncü sınıftayken arkadaşlarım o kadar dalga geçmişti ki bir gün, akşama kadar kendimi tutmuştum ama eve gelince Deniz'i de evde ağlarken bulunca ben de dayanamamıştım. Onun yanına gidip ağlamıştım. Hadi o yeni doğan bir bebek, yaptığı şeyler ağlamak, uyumak ve beslenmek. Ama ben de ağlamak istiyordum. Aylin abla ikimizin de ağlama seslerine gelip ne oldu diye sorunca '' Deniz ağlarken yalnız kalmasın, ben ablasıyım ya onunla ağlarım.'' demiştim.