Uğultu
Adımlarımı o kadar yavaş atıyordum ki bir çakal bile kulaklarını oynatmazdı. Ses çıkarmamanın bir numaralı kuralı yavaş hareket etmekti. Yavaş ve yumuşak hareketler sessizliğin en büyük dostudur. Bunların yanında akıldan çıkmaması gereken bir diğer verebileceğim öğüt ise sessizliğin düzenin bir numaralı kuralı olmasıdır. Her ne kadar her daim kaosun düzeni getireceği söylense de durumdan duruma değişen bir olgudur. Hele ki inmeye çalıştığınız merdivenler ahşaptan yapılmışsa ve çiviler paslanmışsa. Yapabileceğiniz en ufak sert hareket, ki başlı başına bir ironi olan bu kelime öbeğinin çıkartabileceği tehlikeyi siz düşünün, her şeyin riske girmesine yol açardı. Zifiri karanlığın hakim olduğu ahşap evde en yavaş şekilde merdivenlerden inmeye çalışırken düşünebilecek çok fazla vaktim vardı. Çünkü otuz dört basamağı inmek neredeyse beş dakikamı alacaktı. Bu süreç içerisinde planımı daha mantıklı temeller üzerine oturtabilirdim. Fakat her ne kadar böyle bir düşüncem olsa bile, planın saflığını bozabilecek anın getirdiği şüpheli düşünceler gidişatı bozabilirdi de. Eğer bu beş dakika içerisinde düşüncelerime yoğunlaşmazsam az önce bahsettiğim şüpheli düşünceler aynı şekilde sessizliği bozabilecek tehlikeli hareketlere de evrilebilirdi. Sonuç olarak aklımdan geçen bütün yollar bu süreç içerisinde kafamda planımı oturtmama yoğunlaşmaya çıkıyordu. İlk basamağı bitirdikten sonra hareketlerimi en yumuşak biçimde ikinci basamağa yoğunlaştırdım. Yoğunlaştırma evresi bittikten sonra vücudumu salıverdim ve aynı yumuşaklıkta sağ bacağım ileriye doğru atıldı. Benzer bir şekilde sokakta bir merdivenden insem, yada apartman dairesinin merdivenlerinden insem gören çok büyük ihtimal beni deli sanacaktı. Fakat her zaman şunu hatırlamak lazımdır ki bir delinin hareketi bin akıllının hareketine bedeldir. Sonuçta kuyuya taşı atan kişi delidir. Eğer bir gün deli diye damga vurulmuş bir insana denk gelirseniz mutlaka hareketlerini izleyin. Her hareketinin arkasında kendi mantıksal bağlamında bir şeyler yatıyordur. Planımın tıkırında işlemesine en büyük fayda bir delinin bilinç akışında ilerlemekti. Kavramları ters düz etmiş bir aklın çıkacağı her yol benim işime geliyordu. Planım üzerinde yoğunlaşırken zamanın nasıl geçtiğini farketmiyordum. Çoktan üçüncü basamağa geçtiğimi bile yeni farketmiştim. İnsanın bilinciyle yönetebileceği en büyük güç zaman kavramıdır. Her ne kadar zaman progresif bir kavram olsa da siz onu istediğiniz gibi yönlendirebilir, yavaşlatabilir veya hızlandırabilirsiniz. Yapmanız gereken şey sadece düşüncelerinize odaklanmaktır. Yönlendirme, yavaşlatma veya hızlandırmayı ise düşünce biçimlerinize ve bu düşünce biçimlerini şekillendirmenize göre rahatça seçebilirsiniz. Eğer zamanı yavaşlatmak istiyorsanız sadece ama sadece kafanızdaki bir düşünce üzerine en yoğun biçimde odaklanın ve ani bir beyin fırtınası çıkartın ortaya. Bu ani beyin fırtınası bittikten sonra, ki bu beyin fırtınasının çok uzun bir zaman aldığı gibi bir algı oluşur genelde, hemen saatinize bakın. Geçen dakika üç veya beş dakika olmasına rağmen aklınızda oluşan algı onbeş dakika gibidir. Sadece kendi beyniniz içerisinde algı yönetimi yapın. Beyninizi zaman kavramından tamamen bağımsız olarak serbest bir fikir üzerine yoğunlaştırıp fırtına oluşturabilirseniz bunu rahat bir şekilde yapabilirsiniz. Her ne kadar sadece kendinizi aldatıyor gibi görünseniz de aslında yaptığınız şey ciddi anlamda zamanı yavaşlatmaktır. Çünkü zaman insan bilincinde ilerleyen bir şeydir. Eğer evren üzerinde bir tane bilinçsiz canlı kalmasaydı büyük ihtimal zaman kavramı da kalmayacaktı. Çünkü zaman üzerine düşünüp fikir yoğurabilecek bir bilinç kalmamış olacaktı. Bu da zamanı oldukça anlamsız kılacak, sadece bilinci olmayan canlılar için güneş doğduğunda yemek yemek, battığında ise uyumak iç güdüsünde dolanan kısıtlı bir kavram olarak kalacaktı. Aynı şekilde benim şu an yaptığım gibi, zaman bilinci üzerindeki fikirlerimle bir fırtına oluşturarak şu an 22. basamağa gelmiş bulunmaktayım. Son basamaklara geldikçe hareketlerimi biraz daha hızlandırıyordum, çünkü merdivenin orta basamaklarının alt kısmı merdiven boşluğu olduğu için herhangi bir ters hareketim bir tahta parçasının çığlığıyla zifiri karanlığı delip geçmesine neden olabilirdi. Son basamaklar ise merdiven boşluğundan biraz daha bağımsız olduğundan hareketlerimi hızlandırmamda herhangi bir mantıksal sorun gözükmüyordu. Tam bu noktada saatimi kontrol etmem gerekiyordu, çünkü planın uygulanış aşamasındaki en ufak zaman kayması her şeyin alt üst olması demekti. Lakin burnumun ucunu bile göremediğim bir karanlıkta her ne kadar hareket etmem ayaklarımla merdivenleri hissederek kolaylaşsa da, kolumdaki saatin akrep ile yelkovanının hangi rakamları gösterdiğini görebilmek neredeyse imkansızdı. İçimdeki saate bakma dürtüsü tarif edilemez bir huzursuzluğa yol açmıştı ki o an durup etrafı kolaçan ettim. Ahşap evin merdivenlerden indiğim kısmının sağ tarafına bakınca genişçe bir oda ile koridorun kesiştiği noktaya varacağımı az buçuk kestirebiliyordum. Odanın penceresinden içeriye içerideki karanlığı aydınlatabilecek, içerideki karanlıktan daha aydınlık sayılabilecek bir karanlık giriyordu. Bu da anca pencerenin çerçevesini ve odayla koridorun ana hatlarını oluşturan kısımları biraz belirginleştiriyordu. Madem saate bakmam gerekli, merdivenlerden inmeyi başardıktan sonra penceredeki boğuk karanlık ile az buçuk saatin kaç olduğunu görebilirim diye düşündüm ve artık son basamakları biraz daha hızlı bir şekilde inmeye başladım. Merdiven boşluğunun olduğu kısmı geçtiğim için ayaklarım artık o kadar ses çıkarmıyordu ve yavaşlığıma biraz tempo katarak başarıyla merdivenlerden sessizce inebilmiştim. Koridordan odaya geçiş kısmında yine sessiz olmam gerekliydi ve merdivenin başından ortasına kadar indiğim gibi çok yavaş ve yumuşak adımlarla koridoru da geçmeyi başardım. Bir kör misali ellerim havada ahşap sütunları ve duvarları yokluyordum fakat elimin ahşap bir sütuna veya duvara yaklaştığını hissettiğim anda sadece parmak uçlarımı değdiriyordum ve yolumu ona göre buluyordum. Koridordan odaya geçtiğim anda pencerenin ana hatlarını görebiliyordum, buradan onun uyuduğu odaya ses gitmeyeceğini bildiğim için hızlı adımlarla pencerenin önüne gittim ve saatimi camın önüne doğru eğik bir şekilde tuttum. Merdivenlerde tahmin ettiğim kadar fazla vakit harcamamıştım. Her şey planladığım gibi ilerliyor, zaman benim lehime işliyordu. Saat henüz 11.12 civarlarındaydı ve benim tam olarak 18 dakikam vardı. Bu 18 dakika planımı uygulamam için yeter de artar diyebilirdim fakat artarsa, yetmemesinden daha kötü bir duruma düşebilirdim. O yüzden bu deyimi kullanmam gayet yanlış olurdu. Aynı anda hem karanlık hem de zaman ile mücadele etmek her ne kadar zor gözükse de, duyularımız bu ikisiyle mücadele etmek için gayet yeterli aslında. Camın önünde fazla vakit kaybetmemek adına hemen aklımdaki düşünceleri bir kenara iteleyip planın bir diğer kısmına odakladım kendimi. Bu kısımda artık sessizliğe çok fazla takmamın bir manası yoktu. Her ne kadar seri adımlar atsam da yumuşak olmasına, kulak tırmayalacak gürültü çıkarmamasına da dikkat ediyordum. Uyuduğu odanın kapısına geldiğimde içimden saniyeleri sayıyordum. Buradan sonra ne sessizlik ne de karanlık önemliydi. Burada sadece zaman önemliydi. Pencerenin önünden ayrılmadan hemen önce saatime tekrar bakıp beynimin bir kısmını o saatin işlevini görmesi için ayırdım. Her ne kadar bir kısmını ayırsam da araya başka bir düşünce girerse beynimdeki saatin işlevi aniden bozulabilirdi. Saniyeleri saydıkça içimdeki saati ilk kontrol etmem gereken andaki o garip his iyice yoğunlaşıp karın boşluğumda dolanmaya başladı. Pencerenin önünden ayrıldığım anda saat 11.14.12’yi gösteriyordu, şu an ise 11.15.16, 11.15.17, 11.15.18... Tam olarak 11:16’da odaya girip planımın en önemli aşamasını yerine getirmem gerekiyordu. Son 42 saniyeyi o garip hissin içimde gezişiyle beraber bitirdiğim anda kapıdan içeriye girdim. Oda zifiri karanlık olmasına rağmen pencerenin altında olan yatağı gözle seçilebiliyor, yastığının yanına düşen onun uzun saçları ve yorganın altındaki bedenini görebiliyordum. Yavaşça yanına sokuldum, yatağın boş kısmına dikkatlice uzanıp kulağına “Ben geldim.” diye fısıldadım. Bu anı daha önce o kadar çok çalışmıştım ki. Gary’nin fısıldayışı kendi sesini hiç andırmıyordu, herhangi bir karakteristiği de yoktu. Rahatlıkla taklit edilebilirdi, fakat yine de zor bir işti ve çok çalışma gerektiriyordu. Neyse ki bu iki kelimeyi söylemem yeterli olacaktı. Pattie’nin yüzünde kocaman bir gülümseme oluştu, uykusu ciddi anlamda ağırdı ve tahmin ettiğim gibi gözünü bile açmamıştı. Sadece bir gerinme hareketi yapıp gülümsemişti. Saçlarını okşamaya başladım, sanki karanlık bir parkta kaydırak kayan neşeli bir çocuk gibi elim saçlarının üstünde kayıyordu. Havanın serinliğini yatağa uzandıktan sonra anca keşfedebilmiştim. Bu noktaya gelene kadar planıma o kadar sadık kalıp aklımı odaklamıştım ki, buz gibi ellerim onun tenine değince anca anlamıştım ne kadar üşüdüğümü. Yavaş yavaş uyanmaya başlamıştı artık. Soğuk ellerimin suratında yarattığı keskin ifadeyi görebiliyordum, gözlerini kısık vaziyete getirir getirmez yatağından fırladı ve suratındaki donmuş ifade ile bana bakmaya başladı. İşte o anda duyabiliyordum. Uğultular başlamıştı, gök gürültüsü değildi fakat yağmurun habercisiydi o uğultular. Aniden yükselen bir ses ve sonrasında alçalarak karanlık içinde kaybolan uğultular her yeri sarmıştı. Zamanı yeterince iyi kullanabildiğimin bir işaretiydi bu. Artık bundan sonra zamanın da bir önemi yoktu. Sadece oturup her şeyi gidişatına bırakmam gerekiyordu bu noktada. Pattie geçmişin verdiği etkiyle sert bir davranışta bulunmamıştı, aksine her ne kadar donuk bir surat ifadesi olsa da meraklı gözlerle zifiri karanlığı delip geçebiliyordu. Gözlerim karanlığa artık o kadar alışmıştı ki suratını, gözlerini ve giydiği beyaz geceliği rahatça görebiliyordum. “Geçmiş günlerin hatrına ve hatrı olan her günün çektirdikleri için buradayım.” dedim yumuşak bir ses tonuyla. “Sabah erkenden cepheye gideceğim ve çok büyük bir ihtimal bir daha görüşmeyeceğiz.” diye devam ettim. Savaşın ilk günleri ve ilk günleri olmasına rağmen en sert günleriydi. Daha hiç kimse bir şey anlayamadan, silahlar cephelerde konuşamadan önce, uğultular vardı... Ona ilk defa yalan söylemiştim. Cepheye gitmeme gerek yoktu, zaten çoktan bütün bu zırvalıklar beni içine çekmişti bile. Fakat içimde hiç bir burukluk hissetmiyordum, aksine karın boşluğumda gezen hissin planımın başarısının bir sevinci olduğunu farketmiştim. Artık taşların yerine oturması gereken noktaya gelmiştim. Pattie hala donuk suratıyla bana bakıyor, konuşmaya yeltenmiyordu. Yavaşça ayağa kalktı, işte tam da o anda aklımın bir noktasında bıraktığım saat 11.29.42,43,44 olarak ilerliyordu. Araya her ne kadar farklı düşünceler sokmuş olsam da, her ne kadar zamanı takip etmeme içeriye girdikten sonra ihtiyacım kalmış olmasa da yine de zamanı bu kadar iyi kullanabilmek büyük zevk veriyordu. Fırıncı Gary’nin askerlikten ve savaşmaktan daha önemli bir işi vardı. Silahlardan çıkan her merminin arkasında Gary’nin doyurduğu bir asker vardı Knjashizy adlı Yahudi köyünün yakınlarındaki Polonya cephesinde. Malum olarak eve de anca bu saatte gelebiliyordu. Pattie’nin yatağı odanın penceresinin hemen altındaydı ve pencere ise sokağa bakıyordu. Evin girişi ise aynı sokakta bulunmaktaydı. Gary her gün mutlaka işinden evine dönerken bu pencereden içeriye doğru bir bakar, suratındaki anlamsız bir gülümsemeyle elini cebine atıp anahtarlarını çıkarır ve sonrasında evin kapısına yönelirdi. Ayağa kalkan Pattie yavaş adımlarla yatağın benim olduğum tarafına geldi ve yanıma oturdu. Bir eliyle başımın arkasından tuttu ve beni kendine doğru çekti, saçlarımız neredeyse aynı boyuttaydı. Bunun için bile epey uğraşmıştım doğrusu, disiplin ile kafamın etini yeseler de her şeyin bir parçasıydı bunu yapmam. Aniden dudağıma yapıştığını hissettim, gözlerine baktım, gözleri kapalıydı. Bu fırsattan istifade ederek bütün bunlar yaşanırken gözümü pencereye diktim. Gary kendinden emin adımlarla pencerenin kenarına doğru ilerliyordu. Hala dikkatlice oraya bakıyordum. Gary pencereye içeriyi görebilecek derecede yaklaştığı anda Pattie’ye doğru döndüm ve o güzel öpücüğüne karşılık verdim. Sinirli bir insanın koşar adım seslerini duyabiliyordum fakat Pattie hiç de oralı olmamıştı. Kapının açıldığını duymama rağmen Pattie’nin beni bırakmadığını farkettim. Belki de duymamıştır çünkü gerçekten zayıf bir sesti ve anca benimki gibi keskin kulakları olan biri duyabilirdi o tıkırtıyı. Gary kapıya gelene kadar bekledim. Ayrıca nasıl bir hışımla geleceğini adım gibi biliyordum, çünkü çoktan pencereden gözümü ayırdığım anda elinin beline gittiğini farketmiştim. Ne kadar dikkatsiz ve düşünmeden hareket eden biri olduğu plana dahil olan en önemli kısımlardan bir tanesiydi. Artık planın en güzel noktasına gelmiştim, Gary elini kapı koluna atmış olmalı ki hemen Pattie’den ayrıldım ve gözümü kapı koluna diktim. Kapı kolu yavaşça aşağı doğru kaymaya başladı. Pattie’nin ise aklı başına yeni gelmiş ani bir endişeye kapılmıştı. Ağzını kapatarak sessiz olmasını işaret ettim. İçerideki ve etraftaki zifiri karanlık bu noktada çok işime yarayacaktı. Gary aniden kapıyı açtı, sadece silahını doğrulttuğunu farkettim, o anda tetiği çekeceğini biliyordum, çünkü bütün planım bunun üzerine kuruluydu. Hemen yatağın altına doğru sessizce bir yılan misali kendimi bıraktım, o karanlıkta farketmesi imkansızdı. Gary’i öyle bir öfke bürümüştü ki büyük ihtimal sadece seçebildiği kadarıyla saçlara bakıyordu. Silahın patlama sesi odanın içinde acı bir şekilde yankılandı. Fakat bu yankı sadece silahın patlama sesini değil, Pattie’nin çığlığını da içeriyordu. Yavaşça odanın kenarına doğru süründüm Gary’nin geçirdiği şoktan yararlanarak. Gary artık öfkenin kurbanı olmuştu, çığlık çığlığa yatağa doğru koşuşturdu, ben ise odanın görünmeyecek bir kenarına sinmiş sadece olan biteni izliyordum. Gary’nin yapabileceği son aptallığı heyecanla bekliyordum. Gary öfkeden ne yapacağını şaşırmış, beni bile unutmuş sadece yapılabilecek aptalca bir davranış arıyordu. Pattie’yi göremiyordu. Az önce kendi elleriyle öldürdüğü eşini bulamıyordu. Sürekli etrafına bakınıyor, elleriyle yatağı ve yerleri yokluyordu fakat sinir bütün algılarını bürümüştü. Ayağının dibinde olmasına rağmen göremiyordu. Uğultular ise hala devam ediyor fakat Gary’nin hiç umrunda gözükmüyordu. Sürekli yakınlaşıp uzaklaşan uğultular. Rahatlıkla duyulabiliyordu odanın içinde fakat Gary’nin aklındaki tek düşünce Pattie’yi bulabilmekti yaşadığı kargaşa içerisinde. Tam bu anda yavaşça odanın kapısına doğru yöneldim Gary ise ampulün anahtarına doğru yöneldi. Karanlığı aşabilecek ışığı, yaptığı hatayı düzeltebilecek bir ışığı arıyordu. Fakat karanlıkta yolunu bulduracak, yaptığın hatayı, öfkenin kontrol ettiği aklın düşüncülerini aydınlatabilecek bir ışık bugün yine karanlığa boğulacaktı. Gary aklının yerine koyduğu siniriyle ve endişesiyle ampülün anahtarına erişir erişmez sessizce odadan çıktım ve Gary’nin ani bir hışımla girip açık bıraktığı dış kapıdan koşarak çıktım ve köyün dışındaki ormanlık alana doğru sınırlarımı zorlayarak, koşabildiğim en büyük hızda koştum. Arkamda bıraktığım zifiri karanlıkta tek bir ışık görebiliyordum artık. Gary’nin sinirinin, cehaletinin ve endişesinin ışığı diğerlerini de yanına çağırıyordu. Kasabanın üstünde esen serin sonbahar rüzgarını hızlıca delip geçen ışık hüzmeleri Gary’nin çağrısına kulak verdi. Karartma gecelerinin en katı şekilde uygulandığı son iki günde bu kasabadaki bir aptalın umudunun ışığı yeni dünyanın okyanuslarına salınacak bir fener daha ekledi.
