"Terk edilmiş şehrin sokaklarında tek bir şey duyuluyordu: Hayata karşı yalnız kalmış mücadelenin hüzünlü ıslık sesleri..."
O gün her zaman yaptığı gibi okuldan gelip üstünü değiştirdi. Ağzına birkaç lokma yiyecek attıktan sonra çantasını ve kulaklığını alıp hızlı adımlarla evden çıktı. Bugün diğer günlerden farklı olarak köpek mamasını da almıştı yanına. Okuldan erken çıkma fırsatını bulunca küçük arkadaşlarına minik bir sürpriz yapmak istemişti. Gittiği mahallede 3 tane köpek vardı. Sokak köpeği olsalar da çok uysal ve tatlılardı. Hayatı boyunca insan evladına göstermediği o denli sevgiyi işte bu küçük arkadaşlarına vermeyi tercih ediyordu. Köpeklerden birinin sol gözü kördü. Bir diğerinin bacağında sakatlık vardı. Üçüncü köpekse daha yavruydu. Tilkiye benziyordu. Elinden geldiği kadar sevgisini ve şefkatini veriyordu bu arkadaşlara. Kursa giderken her defasında o evin önünden geçiyordu, herkesin umursamaz tipi olduğu için sevmediği bu kız... Sadece 17 yaşındaydı ama kalbine dünyaları sığdıracak kadardı. Daha doğrusu kalbine dünyadaki iyilikleri sığdıracak kadardı. O hâlâ insanın nasıl bir varlık olduğunu çözememişti. Hayatın çirkinliklerine karşı sadece müzik sayesinde ayakta duruyordu, onun pisliklerini, kulaklarındaki kulaklık sayesinde dinlemiyordu. Bir gün hayal ettiği o küçük, tahtadan evlerde yaşamak ve her şeyden, herkesten uzak bir hayatı olsun istediği için müzik akademisi sınavına girecekti. İyi bir konservatuar okuyup iyi bir müzisyen olmak ve istediği o özgürlüğe erişebilmek için oldukça çabalıyordu. Kız küçük samimi bir aileye sahipti fakat yaratılışı farklıydı sanki. Bu dünyaya ve bu küçük samimi aileye ait hissetmiyor, kendi yarattığı dünyasına hapsediyordu kendisini. İçinde iyiliklerin olduğu, insanların karmakarışık duygularının olmadığı ve onun kimseden saklanmadan yüze çıkarabileceği duyguları olduğu bir dünya. Duygularının kullanılması ve hasar görmesi onun için oldukça korkutucu bir şeydi. Herkesin başkasının duygusunu yok saydığı bir dünyada yaşıyordu ne yazık ki. Annesi ve babasıyla o kadar yabancıydı ki. Yalnızca anne ve babası değil, tüm dünyadan uzak tutmuştu kendisini. O herkese yabancıydı, herkes de ona. Bir gün bazen inanmadığı, bazen inanmamaktan korktuğu tanrısı gözlerini açıp etrafına bakması için yardım etmişti sanki. Haftada 3 gün önünden geçtiği ama hiçbirine dönüp bakmadığı o evlerden birine takıldı gözü. Gözünün takılma nedeni farklıydı. Duvar her zamanki gibi değildi. Neredeyse 20 yaşlarında uzun boylu ve ayın karanlık tarafı kadar siyah saçlı olan bir adam evinin duvarına resim yapıyordu. Bir elinde boya paleti, diğer elinde de fırça vardı. İşine o kadar odaklanmıştı ki, kızın tam 10 dakikadır kenarda dikilip ona baktığını fark etmemişti. Gökkuşağı çiziyordu bu ince ve uzun adam. Cıvıl cıvıl olan renkler gözüne battı kızın. Gerçek bir gökkuşağı görmemiş gibiydi. Gerçeklikten uzak bir gökkuşağıydı bu. Renkler o kadar canlıydı ki, aniden hüzünlendi kız. Önünde duran ve iyi bir insan olduğunu düşündüğü bu adamın çizdiği gökkuşağı gibi değildi, onun dünyasındaki gökkuşağı. En parlak rengi bile koyu mordu. Onun dünyasında hep duyunca iç burkan rüzgârlar vardı. Uğuldayan rüzgâr ve durmadan çalan bir piyano, zihninin hiç sönmeyen o notaları. Terk edilmiş bir şehir gibiydi.
Yıllarca düşündükten sonra bulmuştu. Yaşamadığı ama içinde yaşanmışlığı olan şehri en güzel nasıl adlandırabileceğini: Terk edilmiş şehir. Resim çizerkenki mutluluğunu en derinden hissetti kız aniden. Adamın yaşama sevinci fazlaydı... Çok fazla. İyi bir insan sarrafıydı. Belki de iyi tanımlamayı biliyordu. Yıllarca, uzaktan bakıp tanımaya çalıştığı için insanları. Keşke o da öyle olabilseydi. Keşke hayata 4 elle yapışıp "Seni asla bırakmayacağım!" diye bilecek kadar çok sevseydi onu. İnsanlar hayata bağlanmak için bir neden arar. Bir arayış içinde olur yaşamı boyunca. Kimisi ailesi için durur ayakta. Kimisi sevmeye birini arar. Hatta sevmese bile arar. Yalnız kalmak istemez. Kendisini bu şekilde avutmayı becerir. Böyle insanlar yalnızlık sendromu bile yaşar. İnsan psikolojisi işte, onları anlamak çok zor. Onları çözmek, oldukça zor. Okuldaki sıra arkadaşı da öyle bir tipti. Evet, bir sıra arkadaşı olmasına herkes şaşırıyordu kıvırcığın. Fakat her gün saatlerce gerçek olmayan sevgi acılarını dinlediği erkek bir sıra arkadaşı vardı.Onun da amacı "bu" herhalde der ve genellikle çocuğu dinlemezdi. O da kendi kendine konuşur, kendi cevabını kendi verir ve bir süre sonra susardı. Kimisi hayata inat sağlam basardı ayaklarını yere. Kendi kararının arkasında, kendi ayaklarının üstünde durmaya çalışmak olurdu amacı bazılarının. "Peki." derdi. "Peki, benim amacım ne?". Ama kız doğduğundan beri amacını bilmiyordu. Neden var olduğunu anlayamıyordu. Bir kitaptan okumuştu ki herkesin bir var olma sebebi, dünya üzerinde bir etkisi var. Ama onun etkisi ne olabilirdi ki? Hayat için hiçbir şey yapmayan bu kızın kimin hayatına etkisi olabilirdi? O sadece birisiydi... sadece birisi. O gün kurs için evden çıkarken duvara yaslanıp usulca, saatlerce o adamı izleyeceğinden bihaberdi kıvırcık kız. Saatlerce bulutları çizişini, gölgeleri nasıl ustalıkla şekillendirişini izledi adamın. "Terk edilmiş şehir'i" yazdığı bir defteri vardı kızın. Hep yanında taşıdığı bu defter tam 5 yıllıktı. İnsanlarla konuşamadığını ve yalnızlık duygusunun en baskın olduğu ergenlik dönemlerinden tutmuştu kalın ciltli koyu mavi defteri. İçinde saçma sapan o kadar fazla şeyler vardı ki. Yeri gelmiş günlük gibi kullanış, yeri gelmiş çizim yapmıştı. Kendisiyle diyaloglar bile kurmuştu. Gördüğü bu manzaranın onun terk edilmiş dünyasında bir eş değeri vardı. Onun gözünde nasıl gözüküyorsa bu manzara, o da çiziyordu gördüğü şeyi sayfaya. Elindeki defterine kalbinin en dip köşelerinden çıkan, çıkmak için can atan kelimeleri yazarken, yanından geçen kadınların ona nasıl baktığını fark ettiğinde kursun vaktinden tam 1 saat 30 dakika geçmişti. Aceleyle çantasını koyduğu yerden alıp şarkısının ritmine ayak uydurarak kursa koştu...