Bütün dünya, bugün suskun. İnsanların gürültüsünü, kuşların şakımasını, ağaçların hışırtılarını, rüzgarın uğultusunu; daha önce duyduğum her şeyi artık duyamıyorum. Belki de onlar hala oradalardır, kuşlar dans eden ağaçlarda şarkı söylüyorlardır, rüzgar da okşuyordur onları. Ben duyuyorumdur, ama dinlemediğim kesin.
Senin cevabını bekliyorum. Sadece seni bekliyorum.
Sıranın üzerinde duran ellerin titriyor. Parmakların benimkilere benziyor, yalnızca biraz daha güzeller benimkilerden. Benim tenim çiziklerle kaplıdır, hep düşerim ben. Aptalın tekiyim, kendime senin kadar bakmam hiç. Ben aynada kendi yansımama bakmak istesem bile, seninkini görürüm. Güzel yüzün, bana gülümser o camın ardından. Ben senim. Ben seninim.
"Yibo..." diye mırıldanıyorsun, baldan acı, geceden tatlı gözlerin bana uğramaya korkuyor, sıranın yıpranmış yüzeyinde dolanıyorlar bir süre. Titrek bir nefes alıyorsun, aralanan dudaklarına bakarken o sırada nefes alabildiğimi hissediyorum. "...ben... olmaz, yapamayız."
Söylediklerin kulağıma imkansızmış gibi geliyor, bambaşka bir hayaller sanki. Bu cümlenin sahibi sen misin? Beni her gün, her saniye kendi varlığınla öldüren, sonra gülümseyip beni yeniden dirilten sen, bunu mu söylüyorsun bana? İnanmam ki, bütün dünyayı göz ardı ettiğim gibi bunu da göz ardı ederim ben.
"Ne demek istiyorsun?" Sorum sabırsızlığımı içeriyor, elim uzanıp seninkine yakın bir yerlerde duruyor. Aslında o incecik parmaklarını okşayacaktım, ama vazgeçiyorum. Öyle çok titriyorsun ki üşüdüğünden endişe ediyorum, ama hayır; bu şokun getirdiği bir hareket sadece. Senin için endişeleniyorum, hiç iyi görünmüyorsun.
"Yibo... Olmaz, beni sevemezsin. Beni sevmemen gerekir." Zhan'ım, o kelimeler dudaklarından dökülürkenki hüznünü keşke kendin, benim gözümden görebilseydin. Bir mutsuz, bir de korkulu çıkıyor sesin. Hemen başımı iki yana sallıyor, kötü düşünceleri kovuyorum.
"Hayır Xiao Zhan, ben sana çoktan aşığım. Seni seviyorum, sevgimden şüphe etme sakın... Neden korkuyorsun?"
Çaresizce bana bakıp alt dudağını ısırıyorsun, gül kurusu dudaklarının altındaki minik bene tavşan dişlerinle eziyet ediyorsun. Dokunsam ağlayacak gibisin. Sana dokunmayı çok isterim ama eğer ağlayacaksan, dokunmam sana. Hiç değmem, yanında durur, uzaktan severim seni. Her yerde, her koşulda... Severim işte.
"Ben imkansızım. Eğer bana bağlanırsan, seni çok üzerim ben!" Kapana kısılmış gibisin. Benim için endişeleniyorsun, senin de beni sevdiğini biliyorum ben. Yine de bu yasak bir şeymiş gibi hissediyorsun, neden?
Gülüyorum. Uzanıp elini tutuyor, parmaklarını nazikçe okşuyor, gözlerinin en içine bakıyorum. "Hayır, kimseyi incitemezsin ki sen. Öyle naif, öyle değerlisin."
"Yibo, hastayım ben." Sonunda söylüyorsun, ikimizi de uçurumun ucuna sürükleyen o cümleyi, yıllardır senin içini yakan o şeyi benimle paylaşıyorsun. "Beni ne kadar çok seversen sev... Öleceğim, eninde sonunda geride bırakacağım seni."
Gülümsemem donuyor.
🌊
Antares'in aksine, bu hikayeyi neden yazdığımı biliyorum. Bu kurguyu kafamda oluştururken, "eğer sonunda acı çekeceğimizi bilsek, o yola göz göre göre girer miydik?" diye kendime sordum. Yasak elmadan bir ısırık almak gibi, olacakları bile bile sevebilir miyiz?
Olabildiğince güzel anlatmak istiyorum. Daha önce böyle bir anlatım tarzı denemediğim için biraz korkuyorum, şüphelerim var.
Hikaye tanıtım dahil toplam yedi bölümden oluşuyor, hepsi böyle kısa bölümler olacak.
Umarım beğenirsiniz♡