Savaşçısın sen, bir sürü şeyle savaş veriyorsun. Acıya karşı direnmeye çalışırken yaralar alıyor, bitkin düşüyorsun. Benliğin istemsizce yapıyor bunu, kendini kötü şeylerden korumaya çalışıyor. Ama ben, acıya karşı gelinemeyeceğini, onun doğduğumuz andan beri içimizde olduğunu öğrendim. Kıyamet yaklaşıyorsa, silahlanmak bir işe yaramaz. Ölüm yaklaşıyorsa, dua etmek bir işe yaramaz.
Ama sen, yine de ayakta durmaya çalışıyorsun. Acının seni yıkmasına izin vermemeye çalışıyorsun. Belki de izin vermelisin, ikimiz de bir uçurumdan aşağıya yuvarlanıyoruz. Gözlerini kapatmalısın artık. O yorgun, kızarmış gözlerini kapatmalı, benim kollarımda dinlenmelisin. Ben yorulmuşlardan anlarım, bırak da sana kendini iyi hissettireyim.
"Zar zor odaklanıyorsun Xiao Zhan, sana eve gidelim demiştim." Hastaneden çıktıktan hemen sonra buraya, bu tepeye gelmek istemeni hala anlamıyorum. Yanımda oturan bedenin yavaşça benimkine yaklaşırken elimi tutuyorsun. Hala anlamıyorum, belki de hiç anlamayacağım. Tek düşündüğüm sensin, tek istediğim de senin iyi olman.
Yüzünü uçsuz bucaksız ufuk çizgisine çeviriyor, çenenle etrafı işaret ediyorsun. "Eve kapanmak istemiyorum. Burası her zaman olduğu gibi güzel, huzurlu. Kimseler de yok. Hasta bir insan daha ne ister?"
Hava soğuk, kışın geldiğinin güzel bir kanıtı bu. Artık dalgalar da, rüzgar da acımasız bu falezlerde. Bu yüzden senin için endişeleniyorum, üşümenden, hasta olmandan korkuyorum. Daha yeni bir kriz geçirdin ve iki gündür yattığın hastaneden daha az önce çıktın. Nasıl hala bu kadar kendini düşünmez olabiliyorsun, anlamıyorum. Yine de, ben senin yerine de, kendimin yerine de senin için endişeleniyorum.
"Bak, doktor kendine dikkat etmen gerektiğini söyledi. Bu rüzgar senin için iyi değil, hadi eve gidelim."
Söylediklerimi duymuyor gibi görünüyorsun, hafifçe tebessüm ediyorsun. Güzel dudakların yukarıya doğru kıvrılmışken bedenini yavaşça yana doğru yatırıyorsun, o sırada şaşkınlıkla seni izliyorum. Yanağını dizime yaslıyor, kurumuş otların üzerine uzanıyorsun. Yüzünü denize doğru dönüyorsun. "Boşver, Yibo'm...Uyut beni."
Elbette, diyorum içimden; sen ne istiyorsan, harfiyen yaparım. Güzel yüzünü tam olarak göremediğim için biraz bozulsam da ellerimi hemen saçlarına uzatıyorum. O tatlı buklelerini okşarken gözlerini yavaşça kapatıyorsun. Bu savaş, bu sürekli sürdürdüğün muharebe seni çok yormuş olmalı.
Parmak uçlarım gözlerinin etrafındaki kızarıklıklara, damarlara dokunuyor. Acı çizgilerinin üzerinden nazikçe geçiyor, hepsine selam veriyorum. Hepsi de beni tanıyor. Acın, acımdır çünkü. Ruhun, ruhumdur. Senin nefeslerin daralırsa, ben nefes alamamaya başlarım.
Rüzgarın, dalgaların ve kuşların sesini dinliyorum. Yakında hepsi sıcak yerlere göç edecekler. Keşke biz de acısız bir yere, mutlu olabileceğimiz bir yere göç edebilsek, kuşlar gibi. Onlara imreniyorum. Parmaklarım yanağına inerken, tenini ezberliyorum. Ben seninle her yerde yaşarım, diyorum. Senin için yaşarım.
Hemen uykuya dalıyorsun, ne kadar yorgun olduğunu daha iyi anlıyorum. Havanın soğuduğunu hissettiğimde dizlerime kıvrılmış bedeninin üzerine kavisleniyorum. Her şeyden habersiz; masumca uyuyorsun, seni öpmeye kıyamıyorum. Huzurlu nefes alıp verişlerini dinlerken kokunla mest oluyorum.
Şimdi kollarımın arasında, savunmasızca duruyor, uyuyorsun. Ama bir gün, sen gidince, ben dizlerimde kimi uyutacağım?