Uyandığımda üşüdüğümü fark ettim. Cenin şeklini alarak yatakta büzüldüm ama bilincim yerindeydi. Gözlerimi açıp çevreme baktığımda dehşete düştüm. Bilmediğim bir odada üstümde yarı çıplak hastane önlüğü ile uyanmıştım. Ve bulunduğum oda, filmlerde görmeye alışık olduğum beyaz, yumuşak malzeme ile kaplı deli odasıydı. Kafayı mı yemiştim acaba? Ama bana deli önlüğü giydirmemişlerdi.
Bacaklarımı yataktan sarkıttım ve soğuk zemine temas ettim. Her şey bir rüyadan ibaret olsa bile titremem gerçekti. Dizlerimi sabit tutabilmek için ellerimle tuttum ve ayağa kalktım. Bir anlık baş dönmesi yaşamıştım ama sonra hemen toparlandım. Kapıya doğru yöneldim. Daha kilitli olup olmadığını kontrol etmeden "Kimse var mı?" diye bağırdım.
Bana cevap veren olmadı. Sonra kulağımı kapıya dayadım ve sesleri dinlemeye çalıştım. Çok uzaklardan bir çığlık sesi gelmekteydi. Yutkunduktan sonra cesaretimi topladım ve kapıyı kontrol ettim. Herhangi bir kulpu yoktu ve ben de açabilmek için rastgele hareketler yapmaya başladım. Parmağımın girebileceği her yeri zorluyor bir düğme, aralık ya da kulp arıyordum. Sonunda rastgele araştırmam bir işe yaramış ve kapı itilip çekilince açılmıştı.
Yağlanmaya ihtiyaç duyan menteşeleri gıcırdayınca kapıyı elimle sabit tuttum ve sadece geçebileceğim kadar bir boşluk bıraktım. Koridor linolyum zemin ile kaplanmıştı. Çıplak ayaklarım soğuk fayansı hissedince ürperdim. Ortamda amonyak kokusu vardı ve bu kokuyu ne zaman duyumsasam ellerim yanardı. Sanırım bir zamanlar amonyak ile ellerimi yakmıştım ama şimdi bu anı bana değil de bir başkasına aitmiş gibi geliyordu.
Etrafımda bir tur döndüm ve nereye gideceğimi kestirmeye çalıştım. Koridorun sonundan birisi nereye gittiğini bilen birinin özgüveniyle koşturarak geçmişti. Hızlı adımlarla ona doğru yürümeye başladım ve bir yandan da hastane önlüğünün arkasını kapatmaya çalışıyordum.
Koridorun sonuna ulaştığımda önce sağımı sonra solumu kontrol ettim. Sol taraftan kalabalık insan gruplarına ait konuşma ve gülüşme sesleri geliyordu. Ürkek adımlarla seslere doğru yürüdüm. Gözümü kamaştıran bir aydınlatma ile karşılaştım. Uzun masalar etrafında benim yaşlarımdaki gençler oturmuş, yemek yiyor ve muhabbet ediyordu. Herkeste hastane önlüğü vardı.
Yabancı bir ortama girdiğimizde ne yapacağımızı bilememenin şaşkınlığı üzerimdeydi. Çevremi detaylıca gözlemledim ve yapılanları içselleştirdim. Önce sıraya girip tepsilerini alıyorlar sonra ise yemeklerini. "Tamam ben de öyle yapayım" dedim ve sıranın son kişisi oldum.
Arkasına geçtiğim kişi bana istemsizce bakınca "Merhaba" dedim. Umurunda olmadığım cevap vermemesinden belliydi. Tepsime bir tabak bulamaç gibi bir şey koyup masaları gözden geçirdim. Soru sormak ve cevaplar almak için yanıp tutuşuyordum ama ne tarafa gitmem gerektiğini bilmiyordum.
Tek başına oturan birinin yanına doğru gittim. Tehlikeli bir ormanda otlanırken aslanın saldırısına uğrayacak geyik ürkekliğinde yemeğini yiyordu. Ama tepsimi masaya koyar koymaz, kalkıp gitti. Dışlanmak benim için yeni bir durum değildi sanırım. İçimin acıdığını hissettim.
Tam bulamaça kaşığımı daldırmıştım ki kızlı erkekli bir grup, etrafımı sardı. İçimden "Yine mi akran zorbalığı?" dedim ve gözlerimi devirdim. İşin garip yanı çocuklar bana bulaşmıyor sadece gözlerini dikmiş bakıyorlardı.
"Neler oluyor?" dedim.
Kimse cevap vermedi. Sırasıyla yüzlerini taradım ve başımı önüme eğdim. Kaşığımı yemeğime tekrar daldırmıştım ki tepsimi önümden ittim.
"Birisi nerede olduğumuzu söyleyebilir mi?" diye bağırdım.
Kızlardan biri kulağıma doğru eğildi ve "Senin beyninin içindeyiz" dedi. Şok olmuş bir şekilde ayağa kalktım ve tepsimi yere attım. Sesi duyan herkes bana doğru dönüp bakmıştı ve ortamda sessizlik oluşmuştu. Sonra herkes bir ağızdan bağırmaya başladı.
"Burası senin beynin. Burası senin beynin."
Ellerimle kulaklarımı kapattım ve dizlerimin üstüne çöktüm. İnsanlar ciğerlerini patlatırcasına haykırmaya devam ediyordu. Ses, geniş yemekhanenin duvarlarında yankılanıp bana geri geliyordu.
"Yalan söylüyorsunuz" diye bağırdım. "Bunlar gerçek değil."
Gardiyana benzeyen iki adam beni kollarımdan tutup kaldırdı ve sürüklercesine bir odaya doğru götürdüler. Beyaz, tay tüyü ile kaplı kanepenin üstüne bıraktılar. Şaşkınlık ve dehşet içinde odayı kontrol etmeye başladım. Beyaz ve hiçlikten başka bir şey yoktu. Ağlamaya başlayacaktım ki odanın beyaz kapısı açıldı ve içeriye beyaz önlüklü bir doktor girdi. Kelebek gözlükleri burnunun ucuna doğru düşmüştü.
"Bugün nasılsın bakalım?" dedi. "Yemekhanede yine olay çıkarmışsın."
"Yine mi?" diye fısıldadım. "Ben ne zamandır buradayım?"
"Bu soruları hallettiğimizi düşünüyordum. Şimdi sana on miligram ketamin vereceğim. Uyandığında tekrar konuşuruz."
"Uyumak istemiyorum" diye sızlandım ama şırınganın içindeki ilacın damarıma doğru ilerlemesine karşı çıkmadım. Başım, kanepenin kolçağına doğru düşerken sanırım aynı anda irkilerek uyandım.
Bu sefer bir şöminenin karşısında berjer bir koltukta oturmaktaydım. Şöminenin etrafı koyu ahşap renginde bir kitaplık ile çevriliydi ve içinde sayısız kitap durmaktaydı. Üşüme hissi yoktu. Hatta alevler fazlasıyla hararetliydi ve ben terlemeye başlamıştım.
"Ne gördüğünü bana anlatacak mısın?"
Sesin geldiği yöne doğru baktım. Karşımdaki berjer koltukta balıkçı yaka kazak giymiş bir adam oturuyordu. Bacak bacak üstüne atmış, kucağında tuttuğu ajandasına not alıyordu.
"Siz kimsiniz?"
"Ben senin doktorunum. Bastırdığın bir anını ortaya çıkarmak için hipnoz uyguladık. Hatırlamıyor musun?"
"Hayır" dedim sessize yakın kısık sesle. Şimdi hangi görüntünün gerçek olduğunu anlamaya çalışıyordum. Üşümem, şu an terliyor olmam kadar gerçekti. İki dünyada da doktorum vardı. Tek emin olduğum şey, psikiyatrik bir rahatsızlığımın olduğuydu.
"Bana ne gördüğünü anlatacak mısın?"
"Yemekhanedeydim."
"Okulun yemekhanesinde yaşadığın olayı hatırlaman için buradayız. Bir lusid rüya mıydı?"
"Ne rüya?"
"Hani şu rüya gördüğünün bilincinde olduğun rüyalar gibi miydi?"
"Hayır. Gerçek gibiydi."
Bir kamyonun ani fren yapan sesini dibimde hissedince irkildim ve korkuyla ondan kaçmaya çalıştım. Etrafıma baktım ama kamyon göremedim. Sanki bana çarpacak gibiydi. Sonra nerede olduğumu anladım. Burası bir okulun bahçesiydi.
"Köpek surat. Altına kaçırmış. Yoksa sana hâlâ tuvalet eğitimi vermediler mi?"
"Bunu söyleyen kim?"
Aman Allah'ım! Tekrar şöminenin başına gelmiştim. Neler oluyordu böyle? Terleyen avuçlarımı üstüme sildikten sonra doktora baktım.
"Ben söylüyorum" diye itiraf ettim. Sonra yüzleşmekten korktuğum anılarım, zihnimde bastırılmış oldukları dar alandan çıkıp bir hortlak gibi karşıma dikildi.
"Her şey benim suçumdu."
"Bana hatırladığın her şeyi anlat."
"Okula yeni gelen öğrenciyi yemekhanede sıkıştırmıştık. Onunla o kadar çok dalga geçmiştik ki altına kaçırmıştı. Herkes susmuştu ama ben dalda geçmeye devam ediyordum. En son onu okulun bahçesine kadar takip ettim. Altına kaçırdığını herkesin görmesini istedim ama o koşarak yanımdan ayrıldı ve birden yola çıkınca kamyonun altında kaldı."
Ağlamaya daha doğrusu haykırmaya başladım. Bir insanın hayatı başkalarının elinde oyuncak olmamalıydı. İnsanlar benim gibi zorbalarla yüzleşecek cesareti kendi içlerinde bulmaları gerekiyordu. Hatalıydım ve bunun cezasını akıl sağlımı kaybederek çekiyordum. Bu dünyaya bir daha gelecek olsam herkese aynı tavsiyeyi verirdim.
"Elinde olmayan şeyler için üzülüyorsan, seni üzen bu şey değil, onun hakkındaki düşüncendir. (Marcus Aurelius) O yüzden düşüncelerinize sahip çıkın."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
GERÇEK
Teen FictionTüylerinizi ürpertecek, kendinizden bir parça bulacağınız kısa bir hikaye..