"İşte geldik." Donghyuck, Mark'ın oturduğu tekerlekli sandalyeyi itip ardından giriş kapısını kapatırken nefesinin altından söyledi. Bir haftalık uzaklaştırmasının ilk günüydü. Mark'ın; kendisini zorla evine davet ettirmesinin ardından taburcu işlemlerini yapmış, kasadaki eşyalarıyla dosyasının bir kopyasıyla gerekecek ilaç ve serumlarını bir çantaya koyduktan sonra soluğu evinde almıştı. Evine girmesiyle geçen haftanın stresi ve yorgunluğu kendisini belli eder gibi başına hızlı ve kuvvetli bir ağrı olarak vurmuştu. Kaşlarını çatarak görmezden gelmeyi seçti çünkü şu an yapması gereken birtakım işler ve bakması gereken bir genç (!) vardı.
Merakla etrafta bakışlarını gezdiren Mark'tan uzaklaşarak çantasını odasına bıraktı ve ardından geri yanına döndü. Ellerini sandalyenin arkasına koyduktan sonra tekrar itmeye başlarken mırıldandı. "Madem şu anlık başıma kaldın ve durumun ortada," Bir anlığına duraksayıp iç çekti. "Sana şimdilik kendi odamı vereceğim. En azından kendine gelene kadar." Mark'ın başını salladığını gördükten sonra odasına doğru adımlamaya başladı. Yatağının üzerindeki dağınıklık dışında oda düzenliydi.
"Temiz takım getireceğim, sen burada kal." Mark'ı odada yalnız bırakarak yeni bir takım almaya gittiğinde diğer genç, merakla etrafı incelemeye devam ediyordu. Gördüğü şeyler elbette uyutulmadan önce de gayet var olan şeyler olsa bile yeni jenerasyonun tercihlerine uygunluğu, dizaynları, renkleri; bunların hepsi şaşırtıcıydı işte. Yolda gelirken gördüğü yerler, insanlar, dükkanlar; hepsi ona çok yabancıydı. Bunlar bile şaşırıp kalmasına yetmişken başka göreceği şeylerin olup olmadığı konusunda olan merakı ve hevesi onu heyecanlandırmaya yetiyor, hatta artıyordu.
O etrafa bakmaya devam ederken Donghyuck odaya geri dönmüştü. Elinde temiz bir çarşaf, bir yastık kılıfı ve ince bir pike vardı. Mark bakışlarını ona çevirmişken hiç ona bakmadan yatağını düzenledi ve ona uygun hâle getirdi. Tekrar ses etmeden bir ihtiyacı olup olmadığını sordu. Ardından yatağa oturmasına yardım etti, sol koluna serumunu bağladı ve baş ağrısı kendini tekrar belli ederken esnedi.
"Bir ihtiyacın olursa seslen. Diğer odada olacağım, biraz uyumam lazım." Mark ses etmeden başını sallayınca Donghyuck, elleriyle alnına hafifçe dokunurken odadan çıktı. Adımları birkaç metre ötedeki salona çevriliydi. Vücudunun istisnasız her bir hücresi yorgunluğunu belirtir gibi beynine uyku sinyalleri yolluyordu. Kendine gelene kadar saatlerce uyumak istiyordu. En azından koltuğa boylu boyunca uzanırken ve yorgunlukla gözlerini kaparken planı bu yöndeydi. Fakat uyumak için uygun bir ortam lazımdı ki Mark'ın evindeki varlığı ve zihnindeki meraklı tilkileri ona o, ihtiyaç duyduğu uygun ortamı elde etmesine izin vermeyecek gibilerdi. Öyle ki bir süre sımsıkı gözlerini yumsa da, zihnini başka düşünceler ile doldurmaya çalışsa da bir yararı olmadığını fark edince sinirli bir şekilde yattığı gibi kalkmıştı. Madem uyuyabileceği yoktu ve madem Mark denen oğlanla bir süre, ki bu kadarıyla sınırlı kalmasını umuyordu, evini paylaşmak durumundaydı; o hâlde yapabileceği en mantıklı hareket yatağında uzanan oğlanın geçtikleri aylar boyunca zihninde oynadığı oyunların mantığını çözmeye çalışmaktı. Bunun için de onunla tekrar konuşması şarttı.
Aradan maksimum on beş dakika geçmesiyle odaya geri dönen Donghyuck, Mark'ı şaşırtmıştı. Ağır adımlarla komodinin önüne, ahşap zemine oturarak bağdaş kurmasını ve sırtını şeftali rengi duvara yaslamasını izledi. Yorgunluğu her hâlinden belli oluyordu. Yorgunca yüzünü ovalıyor, ağır nefesler alıyordu.
"Ne oldu? Uyuyacaksın sanıyordum?" diye soruverdi en sonunda. Donghyuck yavaşça başını salladı ve iç çekti.
"Evet, sözde öyleydi. Uyuyamadım. Uyuyabileceğimi de sanmıyorum. Anlaşmadığımız bazı şeyler var. Hâlâ anlamakta güçlük çektiğim." Mark'ın anlam vermeye çalışan yüz ifadesiyle karşılaşınca başını duvara yasladı ve devam etti. "Şu rüya mevzuları, kapsülünün bozulması vesaire. Somut bir cevap alamamış olmak beni rahatsız ediyor. Bunu konuşmamız gerektiğini düşündüm. Madem bir süre de buradasın, orta yolu bulmamız lazım diye düşünüyorum. Ve bunları bilmeye hakkım olduğunu." Mark'ın yüzünde rahatsız olmuş bir ifade oluşmuştu ki bu, Donghyuck'un canını daha çok sıkmıştı.
"Hemen anlatabileteceğim şeyler olsa zaten biliyor olurdun, yanlış mıyım? Benim de aklımda oturtmam gereken şeyler var. Birbirimize güvenmeden paylaşamayız bu tür şeyleri ki sana güvenebilmem için de bir süre geçmes gerekecek. Beni seneler önce uyandıran sendin sonuçta."
"Aylarca zihnime ve rüyalarıma girip işkence yapmış, en sonunda da kapsülünü bozmuş olan sen değilmişsin gibi konuşuyorsun."
"O zaman neden uyandırdın beni? Neden kendini saçma sapan risklere attın ve şimdi de bana hesap soruyorsun?" Yüzündeki cüretkar ifade Donghyuck'un sinirle kaşlarını çatmasına sebep olmuş ve bununla birlikte doğrularak bakışlarını direkt olarak Mark'ın gözlerine dikmişti.
"Gerçekten bilmek istiyor musun?" Mark'ın kaşalrı alayla havalanmıştı.
"Eğer kendi içinde bir cevap bulabildiysen, durma söyle." Donghyuck göz devirerek tekrar arkasına yaslanmıştı.
"Senelerdir burada yaşıyorum, evimden binlerce kilometre uzakta. Kendi seçtiğim bir hayat planı olsa bile insan kendini geçen zamana rağmen yabancı hissetmekten alıkoyamıyor. Anlıyor musun? O laboratuvardaki herkes içten içe benden hazzetmemekten çekinmiyor. Onlara göre burslu bir çekikten başka bir şey değilim. Senelerce çabalamam sonucu biyoloji alanında Dünya'daki en prestijli yerlerden birinde staj yapma hakkı elde etmemi yediremiyorlar kendilerine. Bir kişi var sadece bana arkadaşlık eden, onunla da iş dışı görüşmüşlüğümüz yok zaten. Ama ben burada staj yapmaya başladım başlayalı o kapsüllerden ne kadar gördüysem en çok seninki dikkatimi çekiyordu, aynı yerden olmamızdanmış o da. Rüyalarım da üstüne eklenince o an vücudum mantığımdan aykırı hareket etmeye başladı. Bir baktım seni kapsülden çıkarmışım. Anladın mı şimdi? Yeterince tatmin oldun mu?"
Dizlerini kendisine çekmiş bir şekilde Mark'a bakıyordu. Tepkisini inceliyor, bir şeyler demesini bekliyordu ama belli ki düşüncelere dalmıştı oğlan. Sesi soluğu çıkmıyordu, gözleri odağı olan Donghyuck'tan ayrılmıştı. Donghyuck kollarını dizlerine dolarken derin bir nefes verdi.
"Açıkçası bu rüyaların da hayra alamet olduğunu düşünmüyorum." Bunu söyleyince, Mark meraklı bir şekilde ona dönmüştü. Omuz silkti. "Anılarını görüyor olmamın, kapsülünün bozulmasının ve şu an benim evimde oturmuş konuşuyor olmamızın hepsini birbirine bağlayan bir sebebi olmalı."
Şimdi ikisi de sessizleşmişti. Kendi içlerinde düşüncelere dalmışlardı. Donghyuck'un haklı olduğunu en az onun kadar Mark da biliyordu, farkındaydı. Bir açıklama hak ettiğinin o da bilincindeydi fakat doğru zaman olup olmadığını kestiremiyordu.
"İkimizin de zamana ihtiyacı var." diye mırıldandı en sonunda. Donghyuck bakışlarını tekrar ona çevirmişti, bu sefer göz göze gelebilmişlerdi. "O yüzden biraz kendimize zaman verelim, kafamızdakileri oturtalım derim ben. Hem birbirimizi de tanımaya başlarız." Donghyuck yorgunca gözlerini ovdu. Karşı çıkabilecek gibi hissetmemişti.
"Haklısın, belki de." diye cevap verdi en sonunda ayaklanırken. "Zamana bırakalım ve neler olacak görelim." Dolabına ilerleyip rahat kıyafetler alırken söylendi. Ardından kapıya ilerleyecekti ki durdu.
"Sen de biraz dinlensen iyi olacak. Vücudun henüz o kadar sağlam değil." Bu dediği Mark'ı güldürmüştü. Ardından hafifçe başını salladı.
"Tamam, sen de dinlenmelisin." Odadan çıkarken esnedi ve başını salladı.
"Yapacağım da oydu zaten."
merhabalar, döndüm!!!
şu an üzerinde çalıştığım başka bir şey olmadığı için tek ilgim burada! düzenli bir şekilde bölüm atmayı planlıyorum.
buna geçiş bölümü diyebiliriz? asıl olaylara giriş yapıyoruz, kemerlerinizi bağlayın!
umarım iyisinizdir, kendinize çok dikkat edin! görüşmek üzere~
ŞİMDİ OKUDUĞUN
phosphenes // mark.hyuck
Fanfiction→Askıda. "Seni kurtarmak zorundayım." * Yıllardır ülkesinden ayrı yaşamış ve kendini stajına vermiş bir öğrencinin çalıştığı, dondurulmuş ve uyandırılmayı bekleyen insanlarla dolu laboratuvarda ona başka şeyleri anımsatan biri vardı. Tek sorun onun...