Kulaklarını sağır eden bir ses duydu.
Midesinin bulandığını hissediyordu. Etrafını bir sıcaklık sarmıştı. Gördüğü her şey hızla yanından geçiyordu, belki de o onların yanından. Ne olduğunu anlamıyordu ama oldukça dar olan görüş açısıyla etrafında neler olduğunu çözmeye çalışıyordu. Sanki vücudunu katlamışlar ve küçük bir kutuya sıkıştırmışlar gibi hissediyordu. Ne olduğunu anlamasına vakit kalmadan daha önce hiç görmediği birine hızla yaklaştığını fark etti. Hızına ve konumuna şaşırmışken onu daha da şaşırtan şey ise aynı hızla o kişinin bedenine batmasıydı. Bir anda etraf kararmış, hızı sıfırlanmış, et kokusu etrafını sarmıştı. Bir anda olayları fark etmeye başladığında çığlık atmak istemişti.
Silahın içinden fırlayan bir mermi. Ardında bıraktığı dumanlar ve sağır edici seslerle hızla önlerinden geçip karşılarında dikilen kişiye isabet etmiş, hızla yere düşmesine ve etrafın kan gölüne dönmesine sebep olmuştu. Olduğu konum işte tam olarak buydu. Saniyelik aydınlanan dünyası ve ardından tekrar etrafını saran karanlık ve leş kokusu.
Terlediğini ve başına ağrı girdiğini hissederken her şey aydınlanmıştı. Deliye dönmüş gibi hissediyordu. Çünkü mekan yeniden değişmiş ve bu sefer her şey öncekinden daha karanlık ve boğuk olmuştu.
Bulunduğu odanın içi oldukça loştu. Etrafı saran basık havaya eşlik eden rutubetli koku nefes almasını engelliyordu. Sanki ayaklarından aşağı bir şekilde tavandan sallandırmışlardı onu. Bu başını döndürüyordu ama kendine gelmiş hissettiğinde fark ettiği bir diğer şeyse onu başından çeken biriydi.
Korkuyla bakışlarını aşağı indirdi. Kim olduğu hakkında en ufak bir fikrinin olmadığı birisinin başını görebiliyordu. Gözlerinin kapalı ve yanaklarıyla dudaklarının morarmış olduğu aşikardı. Aynı zamanda vücudundan yayılan bir soğukluk vardı ve kanı çekilmiş gibi korkutucu derecede beyaz görünüyordu.
Ürkerek hareket etmeye çalıştı ama yapamıyordu. Tavana sabitlenmiş, kağıt gibi hafifmiş gibi hiç hareket edemiyordu. Uğraşıyordu, gerçekten uğraşıyordu ama hâlâ bir hareketlilik yoktu. Pencereden gelen hışırtı sesleriyle bakışlarını oraya çevirdi ve dışarıda kendini belli eden kuvvetli bir fırtına olduğunu ve asıl pencerenin üstünde kalan ve aslına göre oldukça küçük olan pencerenin açıldığını gördü. İçeri dal ve yaprak parçalarıyla birlikte bolca toz girdiğinde öksürmek istedi ama bunun yerine kuvvetli rüzgar onu sallandırmış ve arkasına dönmüştü. Arkasındaki aynaya yansıyan görüntü şaşkınlıktan kriz geçirmesine sebep olacak türdendi.
Birinin kendini tavana sabitlenmiş bir halatla astığını görebiliyordu. Etraflarındaki her şey aynıydı, yerli yerinde. Ama bir şey eksikti.
Yansımada kendisini göremiyordu.
Tekrar bir aydınlık etrafını sardı. Her şeyin bittiğini zannederken saniyeler içinde kendini sürekli farklı mekanlarda ve farklı formlarda bulmuştu ve hepsinin tek ortak noktası vardı; O da ölümdü.
Her mekanda birnin ya da birden fazla kişinin öldüğünü, öldürüldüğünü ya da intihar ettiğini görüyordu ve buna aracı olan kendisiydi. Yeri geliyor bıçak, yeri geliyor kibrit, hatta yeri geliyor mezar taşı bile oluyordu. Tüm ölümlere aracı olması, dünya ve ahiret arasında bir kapı görevi görmesi hiçbir şey gerçek olmasa bile kendisinden nefret etmesine sebep olmuştu.
Böyle düşünürken en sonunda kendisini bir evde buldu. Etraf çok sıcak ve samimi görünüyordu. Bir vücudu hissediyordu. Yürüyordu ve her şey normal boyutundaydı.
Yavaşça ilerliyorken önüne çıkan bir kapının kolunu tuttu ve ileri doğru itti. Burası bir banyoydu.
İçeriye adımını attı ve kapıyı arkasından kapattı. Yorgun ve terlemiş hissediyordu. Tek istediği musluğa yaklaşabilmekti.
Bir adım attı ve bir tane daha.
Bir adım, iki adım, üç adım...
Bir anda sesler kesildi, adımları zemini bulamıyordu.
Ardından her şey bulanıklaştı ve kendini dipsiz bir karanlıkta buldu.
"Hey, Lee! Uyansana!" Omzunun biri tarafından hızla dürtüldüğünü hissediyordu. Yutundu ve kulağını dolduran sesle rahatsızca gözlerinin kırpıştırdı. Boynuna ve sırtına keskin bir acı girince inildemişti.
"Hey, sen iyi misin?" Aynı ses tekrar konuşunca bakışlarını ona çevirdi, bir eli de aynı zamanda boynunu ovuyordu. Bu, önceki gece bahsi geçen Norveçli çocuktu. Adı neydi bunun?
"Bay Fischer gelmek üzere. Uyansan iyi edersin." Norveçli olan elini omzundan çekti. "Bu günlerde çok çalışıyorsun, o yüzden bir şey söylemeyeceğim ama toparlanmalısın. Tamam mı?" Aksak İngilizcesiyle elinden geldiği kadar samimi bir dille konuşmuş ve ardından gülümsemiş olsa da bu diğeri için geçerli değildi. İçten içe sinirle dişlerini gıcırdatsa da oldukça yapmacık bir şekilde gülümsemişti.
"Sağ ol."
"Her zaman!" Ardından Norveçli olan uzaklaşmıştı. Eliyle boynunu daha sert ovarken yüzündeki gülümsemeyi hızla silmiş ve sinirle nefesini vermişti. İyice gerindikten sonra masasına göz attı. Önündeki açık kitabın sayfası başı üstüne düştüğü için kıvrılmıştı. Yanında ise defteri bıraktığı gibi duruyordu. O an aklına gelen şeyle gözlerini hızla önündeki deney tüpleri ve petri kaplarına çevirdi.
"Kahretsin!" İçinde bir damla kadar kezzap ve birkaç yaprak bitki bulunan petrinin içinde hiçbir şey kalmadığını fark edince sızlandı. Kezzaba en dayanıklı bitkiyi bulmaya çalışıyordu, böylelikle üzerine uzun bir tez yazabilirdi. Fakat uyuyakaldığı için kezzabın ne kadar sürede yaprakları yaktığını öğrenememişti. Tekrarlaması gerekecekti.
İç çekti ve defteriyle kitabını koltuk altına sıkıştırdıktan sonra masanın kenarına kaymış gözlüğünü eline aldı ve laboratuvarın çıkışına ilerledi. Gözlüğünü diğerlerinin yanına koydu ve eldivenleriyle bonesini çöpe attıktan sonra adımlarını kapsüllere açılan kapıya yönlendirdi.
Ürpertici serinlik etrafını sararken rüyanın etkileri tekrar aklına dolmuş ve titremişti. Başı feci derecede ağrıyordu ve eve gidince yapmak istediği tek şey uykusuna dönmekti. Ama buna ters olarak yine o tür rüyaları görmekten de korkmuyor değildi. Buna rağmen düşünceleri aklından def etmeye çalışarak birkaç adım daha attı ve aynı kapsülün önünde durdu.
Bir süre boyunca artık aklına kazınmış olan yüz hatlarını inceledi ve yüzünde küçük bir tebessüm oluştu. Ellerini ceplerine sokarak mırıldandı.
"Sence de orada fazla sıkılmıyor musun?"
*
Yorgun adımlarla kendini yatağına attı ve bir süre tavanı izledi. Ardından iç çekerek soluna döndü ve gözlerini yavaşça kapattı. Neredeyse saat on olmuştu fakat havanın sıcaklığı uyumasına engel oluyordu. Bunun yanı sıra aklında takip edemediği düşünceler dolanıyor ve zihnini bulandırıyordu. Başına giren ağrıyla yüzünü buruşturdu ve istemeyerek ayağa kalktı. Kıyafetlerini yavaşça vücudundan soydu ve odanın köşesine ayağıyla ittirdi. Üzerine rahat bir çift pijama giydikten sonra saçlarını karıştırarak odasından çıktı ve mutfağa ilerledi. Başı dönmeye devam ediyordu ve bakışı kararmaya başlamıştı. Buzdolabının koluna tutunarak gözlerini sıkıca kapattı ve başını iki yana salladı. Sertçe kapağını açtı ve biraz bakındıktan sonra ağrı kesicilerini buldu. Başının ağrısı aniden katlanılmaz hale gelince ikisini birden ağzına atmış ve şişedeki soğuk sudan bir yudum almıştı. Yutkunduğu anda gözünün önünde bir şeyler hareket etmeye başlamış, ağrısı şiddetlenmiş ve kalp atışları hızlanmıştı. Dengesini sağlayamayıp bir elini masaya attığında ise her şey bir anlığına durmuş ve etraf kararmıştı. Bilinci kapanmadan önce hissettiği tek şey başının arkasındaki acıydı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
phosphenes // mark.hyuck
Fanfiction→Askıda. "Seni kurtarmak zorundayım." * Yıllardır ülkesinden ayrı yaşamış ve kendini stajına vermiş bir öğrencinin çalıştığı, dondurulmuş ve uyandırılmayı bekleyen insanlarla dolu laboratuvarda ona başka şeyleri anımsatan biri vardı. Tek sorun onun...