breathe me in, breathe me out

408 69 34
                                    

yuta'ya ve kendime yuta'nın benim evim olduğunu itiraf ettiğim gün deniz kıyısında dalgalar eşliğinde sabaha kadar oturmuştuk

Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.

yuta'ya ve kendime yuta'nın benim evim olduğunu itiraf ettiğim gün deniz kıyısında dalgalar eşliğinde sabaha kadar oturmuştuk. güneş battıktan sonra bir aile piknik yapmak için sahile gelmişti biz de her şeyi bırakıp onları izlemiştik.

beş kişilik bir aileydi, son derece gürültülülerdi ama kimseye bir zararları yoktu. çocuklardan birisi yanımıza gelip karpuz'u sevmişti. yuta başını omzuma koymuştu, çocuk bize siz sevgili misiniz diye sorunca yuta başını sallamıştı.

sonra çocuğu annesi çağırmıştı, soğusun diye deniz kenarına koydukları kavunun büyük dalgalarla birlikte uzaklaştığını fark etmiştim. "kavun gidiyor," demişti yuta. "kavun sevmem." demiştim. "bana hiç söylemedin," demişti. "ama gidiyor."

"herkesin gidecek bir yeri vardır." demiştim ben de. "kavunların bile." başını omzumdan kaldırıp yüzüme bakmıştı. "ama sen sevmezsin." demişti. başımı sallamıştım ben de.

sonra o aile gece bire kadar sahilde oturmuştu, karpuz'u sevmeye gelen çocuk kavun gitti diye ağlamıştı. çocuğun annesi kavun ailesinin yanına gitti demişti, hatırlıyordum benim annem de çoğu şeyi bana böyle öğretmişti. portakal mandalinanın kuzenidir, demişti bir keresinde. annem ben küçükken iyi bir anneydi.

yuta ile o gün güneşin doğuşunu da izlemiştik, yerimizden bir milim oynamamıştık. deniz yükselmiş, dalgalar ayaklarımıza bile değmeye başlamıştı ama hareket etmemiştik.

şimdi ise bir kafede oturuyorum, çoktan ekim ayına girdik ve yağmur yağıyor dışarıda. sonbahar mevsiminin sevdiğim yanı da bu, sürekli yağmur yağıyor ama kimse neden diye sormuyor çünkü mevsimin özelliği bu. telefonuma bakıyorum, elimde çeviriyorum ama hiç bildirim yok. yuta ile son mesajlaşmamızın üstünden üç gün geçmiş.

önümdeki kahveye bakıyorum, ben acı kahve içemem diyorum sonra. içemezmişim yani, yuta söylemişti. sen fark etmiyorsun ama her kahve içişinde kaşlarını çatıyorsun, demişti. geçen hafta bilmem kaçıncı görüntülü konuşmamızı yaparken kahve mi içtin sen demişti, kaşlarını çatmışsın.

yuta bana geçen hafta bilmem kaçıncı görüntülü konuşmamızı yaparken keşke o kavun olsaydım demişti, ben de ona seni kavun olsan da severim demiştim. sonra bu sözün ne kadar saçma olduğunun farkına varıp kameramı kapatmıştım, yuta'nı hep sevdiğim kahkahasını duymuştum böylelikle.

etrafıma bakıyorum, kafede çok az kişi var. karpuz evde iki kişilik yatağımda sere serpe uyuyor, tokyo'ya geldik geleli daha bir büyümüş gibi geliyor bana. dünyanın en tatlı kahvesinin, çünkü ben acı kahve içemem, bitmesine birkaç yudum kalmış. kahveyi yarım bırakıyorum, eşyalarımı toparlayıp ayrılıyorum kafeden. yol üstünde küçük bir manav var, biraz çilek bir tane de kavun alıyorum. otobüs durağına doğru ilerlerken mesaj atıyorum yuta'ya.

"o kavun şimdi nerededir?"

çok geçmeden cevap geliyor, "ait olduğu yerde." diyor.

"parmaklarımın arasında bir kavunla yürüyorum eve."

"görebiliyorum."

"nasıl?"

"bizim kalplerimiz bağlı."

arabalar geçip gidiyor, herkes ait olduğu yere dönüyor, bir tane çilek yiyorum henüz yıkamadan sonra da ürküyorum ya böcek çıkarsa diye, yollar geçip gidiyor ayaklarımın altından, yere bakarak yürümeyi alışkanlık haline getirmişim, poşet sallanıyor sallandıkça bacaklarıma çarpıyor, bir yokuş çıkıyorum ama dimdik, yokuşun sonunda yuta olsa keşke diyorum, yuta olsa ben de ait olduğum yere dönsem. çıktıkça çıkıyorum yokuşu ama bir türlü bitmiyor, bitmesini isteyince bitmez. biraz dinlenmek için kaldırıma oturuyorum, kediler geçiyor sokaktan. karpuz burada olsaydı çıldırırdı arkadaş olmak için diyorum ama karpuz evde uyuyor.

parmaklarımın arasındaki kavun kayıyor ve yuvarlanıyor yokuş aşağı, peşinden gitmek için ayağa kalkıyorum ben de ve sinirleniyorum biraz da. insanlar yoldan geçip gidiyor ama kimse tutmuyor kavunu, ben de koşuyorum peşinden. kavun gittikçe gidiyor, ben de en sonunda pes etmem gerektiğini düşünüyorum. kavunlar çabuk gidiyorlar, o gün deniz kenarında otururken dalgalarla birlikte giden kavun da böyleydi. ait olduğu yere gidiyordur, diye düşünüyorum ve arkamı dönüp dimdik yokuşu tekrar çıkmaya başlıyorum.

"bu sana ait değil mi?" diyor bir ses, en son bir hafta önce görüntülü konuşurken duyduğum bir ses. hızla arkama dönüyorum, çilek dolu poşet bacaklarıma çarpıyor. yuta elinde kavunla karşımda duruyor, yokuşun başlangıcında. "sana geldi," diyorum. "sana ait olmalı." henüz birkaç adım attığım yokuştan aşağı iniyorum hızla ve sımsıkı sarılıyorum yuta'ya. "demek kalplerimiz bağlı ha?" diyorum gülerek. "bağlı," diyor. "bağlı olmasa bunun burada işi ne." parmaklarının arasındaki kavuna bakıyorum, sapında kırmızı bir ip.

yuta'nın parmaklarının arasında bir kavun duruyor, ait olduğu yerde. bir kavun duruyor sapında da kırmızı bir ip.

😭

watermelon sugar ¦ nakamoto yutaHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin