watermelon sugar high

563 72 28
                                    

doğum günleri, heyecanlı arkadaşlar, pastadaki mumlar, hızlı üfle sesleri ve de bir dilek tut

Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.

doğum günleri, heyecanlı arkadaşlar, pastadaki mumlar, hızlı üfle sesleri ve de bir dilek tut.

birkaç hafta önce girdiğim yirmi dördüncü yaşımdan size bahsetmedim çünkü bahsetmem gereken bir şey olmadı. beklediğimin aksine beni kimse aramadı, sabahtan akşama kadar telefonumu izledim ama hiç çalmadı. annem alakasız bir şekilde dün gece aradı ve doğum günümün ne zaman olduğunu sordu, ben de daha var dedim. 

ben mühendisliği seçtikten sonra insanlar bana hep kötü bir şey yapmışım gibi hissettirdi, ben de yaz tatillerinde belki dönerim diye düşünerek iki valizle ayrıldığım eve bir daha geri dönmedim. okul bitti, ben kepimi attım ama evimize bir daha adım atmadım. herkesin bana kötü bir şey yapmışım gibi hissettirdiği eve iyi hissettiğim için dönmedim. insanların istediğinin ve bana seslendiğinin aksine doktor olmak, ya da olamamak, yerine mühendis oldum. 

annem ben eve dönmeyince beni aramadı, herkes şimdi yaşadığım şehirde bir iş bulduğumu düşündü bense okuduğum beş yıl boyunca topladığım bursları kimse dokunmadan harcadım. ancak bir gün biriktirdiğim para suyunu çekti ve ben de koemi ablanın kafesinde işe başladım. 

annemin doğum günümü bilmemesi ya da beni arayacak hiçbir arkadaşımın olmaması beni üzmedi ama dolapta çilek kalmamış olması üzdü, birkaç gündür fırtınalı olan havaya baktım camdan, rüzgar uçuruyordu her şeyi. 

o an aklıma nedendir bilmem izlediğim bir dizideki kadın doğum uzmanı geldi, doğan her bebeğe neşeyle iyi ki doğdun diyerek bağırması geldi. tüm bunları düşünmenin beni üzeceğini biliyordum. tüm bunların hayatımı bir noktada etkileyeceğini, ansızın aklıma gelip beni üzebileceğini, belki sokakta gördüğüm her çocuğa baktığımda kırgın hissedeceğimi biliyordum. 

tıpkı dizideki doktor gibi lise yıllarımda gittiğim kalabalık caddedeki pastane geldi aklıma, ansızın. derse gitmeden önce uğrayıp termosumda soğumaya yüz tutmuş çayıma eşlik edecek birkaç tane minik maydanozlu poğaçadan aldığım geldi. sonra ben büyüdüm, maydanozlu poğaçadan bir daha yiyemedim çünkü şehirden ayrıldım, termosta çay içmeyi de bıraktım çünkü hiç vaktim olmadı. yurt odamın minicik mutfağındaki dolapta termos bana baktı, ben de ona baktım ama içini hiç doldurmadım. 

ben griye dönmüş gökyüzünü izlerken ara ara beni yoklayıp rahatsız eden bir anım geldi aklıma. bazı anılar nedense böyledir, hiç olmadık yerde belki de yatmadan önce aklına gelip seni rahatsız eder ve keşke dedirtir sana. keşke. bana keşke dedirten anım da ben on sekiz yaşımdayken geçiyordu, sınıfta termosumdan çay içip maydanozlu poğaçamı yerken birkaç kız yanıma gelip çok da sevmediğim bir kız için doğum günü ayarladıklarını söylemişlerdi. herkesten tek tek para toplayıp kalabalık caddedeki meşhur pastaneden bir doğum günü pastası alacaklarını eklemişlerdi bir de. 

keşke. 

yirmi dört yaşındayım, yirmi dört yıl boyunca bazı şeyleri sürüden ayrılmamak, sivrilmemek, dikkat çekmemek için yaptım. 

o gün de sivrilmedim. pasta alındı, doğum günü şarkısı bir türlü doğru düzgün söylenemedi, kız şaşırmış gibi yaptı, birer dilim pasta dağıtıldı ve sonuçta görev tamamlanmış oldu. görev tamamlanmış oldu ama beklediğim şey olmadı, doğum günü olan kız kimseye teşekkür etmedi, lafın gelişi görev dediğim bu durum sanki gerçekten bizim görevimizmiş gibi pastasını yeyip yerine geçti. 

o günden sonra teşekkür etmek benim kırmızı çizgim oldu, yardımcı olduğum her durumda istemsizce bir teşekkür bekledim. kulaklarım teşekkür kelimesini duyduğu anda mutlu oldu, duymadığında üzüldü. on sekiz yaşımda yaşanan bu saçma an beni bir ömür boyu etkilenecek hale getirdi. 

ben gri gökyüzünü kafamda tilki misali dönüp duran keşkeli anılarımla izlerken kapı çalıyor, yağmur şiddetini artırmışken gelenin kim olabileceğini düşünüyorum ama bir cevabım elbette var. bu havada bana yalnızca yuta gelir. siyah saçlı fırtına onu öpmemin üstüne bir şey dememiş, şiddetini artıran dalgaları benimle birlikte izlemişti. o günün ardından da bu konu hakkında konuşmamıştık ama eskisi gibi olamayacağımızı biliyordum. 

yuta içeri giriyor, kızarmış parmaklarının arasında iki tane poşet var. uzun siyah saçlarından damlalar düşüyor yere, yağmur onu çok ıslatmış. gözleri gözlerimi buluyor, bir şey diyecek gibi oluyor ama demiyor. dudaklarını birbirine bastırırken elindeki poşetleri uzatıyor bana, ben de poşetleri alıp mutfağa ilerliyorum. 

yuta adımlarını salona yönlendiriyor, şıp şıp su damlama sesleri de takip ediyor onu. poşetleri mutfak tezgahına bırakıp odama gidiyor ve yuta'ya ona olabilecek bir tişört, eşofman ve havlu veriyorum, sonra da mutfağa dönüyorum. rahatça giyinebilmesi için. 

"seninle film izlemek istedim," diyor. demek bunu söylemek istemiş diyorum, poşetlerden biri çilek dolu. "çileklerde böcek yok. kontrol ettim." gülerek söylemesi beni de güldürüyor. karpuz yuta'nın sesini duyunca yattığı yerden kalkıp ona doğru ilerliyor, adım seslerinin çıkardığı gürültülü pat pat sesinden anlıyorum. 

çilekleri yıkamak için bir kaba dökerken diğer poşette ne olduğuna bakıyorum. 

yuta benim için yirmi dört yıl boyunca keşke dediğim her an için, gözlerimi ruh eşimi bulmak için kalabalıkta gezdirdiğim ve asla bulamadığım günler için, doktor olmadığımı ya da olamadığımı anladığım o kalp kırıcı günler için gönderilmiş bir hediye. 

yuta benim için bir hediye, poşetin içinde minik maydanozlu poğaçalar var. yuta benim için bir hediye, izlemek istediği film howl'ın yürüyen şatosu. yuta benim için bir hediye, beni sevdiğini söylemese de hissettiriyor.

watermelon sugar ¦ nakamoto yutaHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin