breathe me in, breathe me out

659 88 54
                                    

duvarları yıkmak her zaman kolay olmuyor

Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.

duvarları yıkmak her zaman kolay olmuyor. duvarları yıkmak her zaman kolay olmuyor, bunu bomboş bir sokakta bir ileri bir geri yürürken fark ettim. bomboş bir sokakta bir ileri bir geri yürürken yürüdüğümü fark ettim bir de sonra ayaklarım birbirine dolandı. yürüdüğünü fark edince artık yürüyemezsin.

bin bir güçlükle ördüğün duvarların niyeyse kuş uçsa yıkılacak hale gelir, sen de ellerini dayarsın duvarlara ki yıkılmasınlar. zor ördün çünkü. ördüğün duvarlara çiçekler asarken birileri niye ördün bu duvarları, diye sorar. niye ördün duvarları, kim üzdü seni?

çiçek astığım duvarlarımı daha da güçlendirirken birisi bana kim üzdü seni dedi, üniversitede ikinci sınıftım ve tahmin edersiniz ki çantam yine ağırdı. biri bana kim üzdü seni diye sordu ben de ona kimse dedim, kimse beni üzmeden de duvar örebilirim. 

sonra insanlar bana soru sormayı bıraktı, herkes benim için tuhaf birisi dedi. öyleyim, itirazım yok. 

birisi duvarlarımı yıkmak istedi yine ben üniversitede ikinci sınıfken, ben de ona kafamda oluşturduğum üç soruyu sordum. "duvar ördüm." dedim. "yıkılmaz mı?" dedi. cevap vermedim ama istediğim cevabı alamadığım için de biraz üzüldüm. "köşeyi döndüm." dedim. bu cümleyi söylediğinde herkesin aklına ilk gelen anlamını anladı, "zengin oldun yani." dedi. 

insanlar garip varlıklar.

ama ben vazgeçmedim, bir de son sorumu sorayım dedim. belki buna doğru cevap verir, ben de o zaman oh be derim. oh be benim gibi düşünen, beni az da olsa anlayan birisi varmış. 

"kendini sever misin?" dedim. "çok," dedi. "bence yakışıklı biriyim, biraz iyiyim de." 

üniversite ikinci sınıfta birisi duvarlarımı yıkmaya teşebbüs etti, ben de ona bu soruları sordum. aklımca hayatıma girmek isteyen insanları ölçtüm önce, sonra da karar verdim. ben bu sorulara yanıt veren kişiyi hayatıma almadım, o da birkaç güne kalmadan başka birisini buldu zaten. sorular işe yarıyor demek, dedim, ama ne yazık ki sorulara istediğim yanıtları verebilecek kimseyi bulamayacağım. 

arkasına saklandığım ya da belki de ardıma bakmadan kaçtığım her şeyin beni gerisinde bıraktığını gördüm bir keresinde. beni gerisinde bırakıp giden her şeyin ileride bir yerde beklediğini biliyordum ama niyeyse son hız koşmaya devam ettim. 

kafede işler bitti, saat akşam beşi gösterirken gidebilirsin, diyor koemi abla. karpuz hoplaya zıplaya yanıma gelince her iş çıkışı yaptığımız şeyi yapıp deniz kenarına gidiyoruz. yaz yağmurlarında altında beklediğimiz büyük kırmızı şemsiyeyi sahibi kenara kaldırmış, batmak üzere olan güneş denizle birleşmiş, karpuz sahildeki tek tük insanların yanına gidip kendini sevdiriyor. ben de onu izliyorum, keşke çileğimiz olsaydı diyorum sonra yuta geliyor birden. bir poşet çilek var yanında, poşeti pat diye önüme bırakıp karpuz'u çağırıyor. 

karpuz galiba yuta'ya vurulmuş. 

yuta uzun kollarıyla karpuz'a sarılınca tutamıyorum kendimi. "duvar ördüm," diyorum. yuta bir süre cevap vermiyor, o sırada karpuz'un birkaç yıl öncesine ait dikiş izlerine baktığını görüyorum. "bizi de alır mısın içeri?" diyor yuta. ben de cevap vermiyorum, sıradaki soruya geçiyorum istemsizce. "köşeyi döndüm." yuta gülüyor hafifçe, ben de gülüşüne bakıyorum. "ilk aşkına çarptın mı bari?" buna da cevap vermiyorum. "kendini seviyor musun?" diyorum. "sorularıma cevap vermiyorsun ki!" diyor poşetten bir çileği ağzına atarken. "çilekler yıkanmamış galiba ya." yüzünü buruşturuyor. "cevap versene yuta." diyorum. "değişiyor," diyor. "o ânıma bağlı." 

yuta apar topar ayağa kalkıyor, "bir saate maç başlayacak," diyor. "bir numaralı taraftarım da gelebilir mi lütfen?" karpuz dediklerini anlamış gibi yuta'nın üstüne atlıyor. "geliriz." diyorum ama şaşkınım hala. sonra yuta gidiyor, biz de biraz daha oturuyoruz. karpuz yüzüme bakarak havlıyor, ne oldu sana demek bu. "cevapları," diyorum. "aradığım ve duymak istediğim cevaplardı."

bir saat çabucak geçiyor, haziran ayının sıcağı içimize işlerken ellerim titreyerek giriyorum sahadan içeri. teknik direktör, karpuz'u görünce hızla yanımıza geliyor. "kimler gelmiş!" diyor bir yandan da. karpuz bu mahallede iyice sevgi yumağına döndü. 

"bu maçı alırsak üst tura geçeceğiz." diyor yanımda oturan taraftarlardan biri. kendi aralarında en iyi futbolcuyu konuşuyorlar, birisi yuta'dan iyisini görmedim diyor. ben de, diyorum. ben de görmedim. 

maç başlıyor, karpuz taraftarla birlikte hop oturup hop kalkıyor bense yuta'yı izliyorum. geçen seferki gibi yukarıdan topladığı saçlarını, takım arkadaşlarına gülümsemesini, takımından güzel bir hareket gördüğünde alkışlamasını. 

haziran ayı, yaz aşkları, dalgaların sesi, çilekler, soğuk kahveler ve yuta. 

dakikalar çabuk geçiyor, futbolcular terden sırılsıklam olmuşlar, belki dakikalar var maçın bitmesine ama beraberliğin bozulması lazım, yanımdaki çocuk öyle söylüyor. birisi gol atsa keşke, diyor. tanrı o an onu dinliyor muymuş bilemem ama yuta sanki duymuş, topu kaptığı gibi karşı takımın kalesine vuruyor. 

gol. 

yuta oturduğumuz yere doğru koşuyor, takım arkadaşları da peşinde. sahanın tel kapısını açıyor önce, attığı her adımda zaman durup yeniden akıyor sanki. karpuz onu görür görmez havlamaya başlıyor, karpuz'u sevmek için durur sanıyorum ama yuta durmadan bana doğru geliyor. 

sonra bir şey oluyor. 

haziran ayı, yaz aşkları, dalgaların sesi, çilekler, soğuk kahveler, yuta ve onun öpücüğü. 

yuta beni bir akşam vakti ılık bir rüzgar okşarken yüzümüzü hafifçe, önemli bir maçtan galibiyetle ayrılmalarını sağlayan golden sonra aniden öpüyor. 

watermelon sugar ¦ nakamoto yutaHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin