7, hiç böyle hayal etmemiştim ki.

25 2 29
                                    

bir ağrı.

buz tutmuş bacağımda sızısı baş gösteren, kalçama doğru akan hafif bir ağrı hissediyorum. göğsümde ise ayaklarımdaki soğuğa zıt, tatlı tatlı yakan bir ısı.

ben henüz gözlerimi aralamaya çabalıyorken uyanan zihnim ve yatağımdan farklı hissettiren sarındığım kumaşlar, bana nerede olduğumu anımsatıyor. kırpıştırdığım kirpiklerimin altında uykusuzluktan sızlayan gözlerimi ovarken jeongguk'un salonundayım.

kafamı kaldırıp bacağımı böylesine ağrıtan şeyin ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. zihnim oldukça bulanık. birkaç saatlik uykuya daha ihtiyacım olduğunun bilincindeyim. üstümden sıyrılan battaniyemin, huysuz mırıltılarımın odada yankılanmasının tek sebebi olurken uzanıp açıkta kalan bacağımı örtüyorum. hareketlerim uyuşuk. saatin kaç olduğuyla ilgili hiçbir fikrimin olmayışı geri uzandığım anda göğsüme tekrar ışıyan güneş ışığıyla son buluyor. anlıyorum ki sabahın ilk saatlerindeyiz.
ben ise, iki dakika öncesine kadar uykumun ilk saatlerindeydim.

gece jeongguk'un adeta bir bebeğe dönmesinin ardından uyuduğunda zaten bir hayli geç olan vakit, dağıttığımız mutfağı süregelen müzik eşliğinde toplayışımın ve balkonu da düzenleyişimin yarım saat sürmesine rağmen jeongguk'un evinde kendi kendi kendime öldürdüğüm dakikalar, neredeyse sabahlamama kadar varmıştı.

hiç sorun değildi. sessiz evinde kendimle baş başa geçirdiğim gecenin gerçekten bir ehemmiyeti yoktu. isteyerek, dudaklarımda asılı bir tebessümle yapmıştım her birini. kendimi zerre yabancı hissetmediğim bir yerde bu şekilde barınmak hoşuma giderdi. jeongguk'a dair herhangi bir şeyle bulunan alakam, hoşuma giderdi. o beni böyle biri haline getirmişti. nasıl, ne zaman olduğuyla ilgilenmiyordum. bir şekilde jeongguk'a duyarlı hale gelmiştim.

her dokunduğum yerde izlerimi bırakmışım gibi hissetmekten alıkoyamıyordum kendimi.
jeongguk uyurken odasına tekrar sızıp bir köşeden onu izlerken, bulunduğum yere süzülen saç tellerimden tutun, duruladığım kadehlerdeki parmak izlerime kadar; hayalime getirdiğim her yerde bir zamanlar bulunan varlığımı sezebiliyordum. bir süre hepsini unutup yalnızca onu seyrettim. bütün olmuş göz kapaklarına, her biri ayrı ayrı ışıldayan kirpiklerine, sık sık titrettiği gözlerine baktım biraz. benim ellerim soğuk ve mutfaktan az önce çıkışımla hala biraz ıslakken onun sıcacık olduğuna emin olduğum yanaklarına bakındım. dahasına cesaret edemedim. bu yüzden ona yaklaşmadan, beyhude, bedenine olan mesafemi korudum. oturduğum iskemleye yaslanıp yara izine baktım. düşüncelerim uçmuştu, jeongguk ile tamamen baş başaydım. burnunu, kaşlarını, üzerlerine düşen kahverengi tutamları sevdim gözlerimle. büzdüğü hafif aralıklı dudaklarının yumuşak dokusuna baktım durdum. şahane görünüyordu. aklım almıyordu. nasıl bu vaziyete geldiğimizi düşündüm. tanışışımızı, arkadaş oluşumuzu ve şimdi, şu dakika bulunduğum yeri, yaptığım şeyi. onu böylesine izlemenin tuhaf olduğunu fark edip sessizce ayağa kalktım. daha önce paylaştığı şarap köşesindeki sandalyedeydim. kalkışımın ardından biraz geri çekilip o alanı izlerken ve sonrasında adımlarımı yatak odasının dışına taşırken aklım çokça doluydu. bir o yana bir bu yana akan düşüneler başımı ağrıtıyor, ruhumu katlanamayacağımı sandığım bir hale sürüklüyordu. jeongguk ağır ağır nefes almaya devam ederken artık koridordaydım.

geniş odanın girişine geldiğimde bir süre nevresim takımıyla örtülü koltuğa baktım. baş ağrım vardı, uyuyamayacağımı biliyordum. balkona çıkmaya karar verdim. dışarı attığım tek adım ayazın ciğerlerime dolması için yeterliydi. aldığım her nefes kursağımı yaktı. umursamadım. hatırım gereğinden fazla doluydu. umursayamadım. diğer bir adımımla birkaç saat önce jeongguk'un bedeninin sıcaklığını taşıyan sandalyeye oturduğumda, varlığım orada eğreti duruyordu. karşımdaki sandalyedeydi bakışlarım. gözlerimin önünde başa sarıp duran bir an, kulaklarımda bozuk bir plak misali yankılanan sözcükler. 'neden jeongguk?' aralık dudaklarından dökülen dumanın ardındaki sureti. 'neden?' ışıldayan gözlerindeki dargın bakış. acıma? hüzün. yakarış. 'hiç,' kısacık, kanımdaki basıncı tersine çeviren bir gülüş. belki de acıma yoktu. 'eline hiç yakışmıyor.' sessiz kıkırtısı. 'sana yakışıyor.' yüzüm, buz tutan balkonda otururken bir alev topundan farksızdı. bakışlarını hala hissediyordum. kazağımı sıkan parmaklarını hissediyordum. boğazımda baş gösteren bir yangın vardı. bağırıp çağırmak istiyordum. tek yaptığım öylece oturmak, keskin soğuğu solumaktı. çenem kasılıyor, dudaklarım titriyordu. gözlerim, gözlerim soğuğa boyun eğen donmuş buz küplerini andırdı bana. bakışlarım karşımdaki sandalyeden masaya kaydı sonra. jeon'un çakmağı hala oradaydı. ortalığı toplarken de ona dokunmamıştım. o anda da elim gitmiyordu, baktım sadece. jeongguk'un onu parmakları arasında sıkıştırışını hatırladım. dudakları arasına, benim o balkondaki mevcudiyetimden daha eğreti duran zehri yaklaştırışını. alevlenen ateşi, tutuşan sigarayı.

vague: taekookHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin