i - duy, sana diyorum "bir sen varsın, ordasın, kısık sesli yalnızlık"

267 34 32
                                    

Oyuluyorum şu masmavi boşluğa
Gölgesiz kıpırtısız
Yalnızlık sensin.

Konuşuyorum kendi kendime odamda
Bir portakal suyu iç, ya da içme, ne yaparsan yap
Yalnızlık sensin.

Bir giden, bir dönen, sonra yeniden giden
Şiire dönüşen bir yalnızlıksa bu da
Bir sen varsın, ordasın, kısık sesli yalnızlık
Sözgelimi İskenderiye'de bir atlıkarıncada.

-edip cansever

***

Soğuk günler benim pek hoşuma gitmez. Dudaklarım çatlar, kanar, ellerim de öyle. Krem alıyorum süreyim diye, hiçbir halta yaradıkları yok onların da. Ellerimin üstünde, o parmaklarımı başlatan eklemler var ya, hani ay sayıyoruz üstlerinde hangisi 30 hangisi 31 çekiyor diye. Hah işte o eklemler, oralar yara oluyor. Gazeteye gidiyorum, sabahtan oturuyorum. Masamda dosyalar. Yediğimiz bokları temizle diye koymuşlar oraya. Editörlük kötü bir şey değil. Bazen kendi laflarımı ekliyorum onların kulaç dahi atamayan cümlelerinin üstüne. Sonra bakıyorum, son kontrolde benim cümlelerimi çıkarmışlar. Çok ofansifmişim. Agresifmişim. İnsan okuyormuş bunları. Sikerler, diyorum ben de, tanımadığım insanlara tane tane laf anlatmaktan anlamam ben. İşte oturup o dosyalarla ilgilenirken, kalem tutunca yaralarım geriliyor elimdeki. Açılıyorlar, kanıyorlar. Acıyorlar üstelik. Ellerim acıyor, bu da yetmezmiş gibi titriyorlar buz kesilip. Sevmiyorum soğuğu. Hiç sevmiyorum. Soğuk kötü.

Gelip çatmıştı işte üşüme ayları. Doğalgaz faturası, artan giderler. Sonra elektrik kesintileri. Kapanan yollar. Tıkanan trafik. Zorlanan sabır sınırlarım. Yoongi evime geleli bir buçuk hafta kadar olmuştu. Yine gel demiştim ama gelmemişti. İşten çıkamıyordur diye düşünüyordum. Ben eve dönünce, o çalışmaya gidiyordu çünkü. "Durumu sıkışıktır, çalışması lazımdır, kış da geldi." diyordum. Benim hayatımda ne değişti o bir buçuk haftada, vallahi her gün Yoongi çat kapı gelir diye salonu topladım, elektrikli süpürgeye alıştım, bir tık daha derli toplu bir ev sahibi oldum. Sonra, kışlık ayakkabılarımı çıkardım, denedim, baktım küçülmüşler. Gittim yenisini aldım. Bir hafta sorun çıkarmadı, sonra ayağımı vurduğunu hissettim.

Vurunca değiştirirsiniz bir ayakkabıyı, ya da ne bileyim, ayak bilekleriniz yara bandı dolar. Ben ikincisini yapmak zorunda kaldım, ayakkabının fişini atmıştım. Böyle işte. Sizin bizim gibi. Sıradan biri gibi oyalana oyalana yaya geçidinden geçer gibi geçti bir buçuk hafta. Yine kalkıp işe gittim, sonunda tekrar eve dönmek üzere. Söyleyecek neyim var size, ben sıkıcı bir adamım. Ne diyeyim, nereye gittim diyeyim de ilginizi çeksin sizin, işe gittim işte. Güvenlik baş selamı verdi, selamını çok geç fark edince iş işten geçti dedim, dönüp cevap vermedim. Asansöre bindim, son anda yetişen bir kadın için kolumu kapının arasına koyup kapıyı tutmadım. Sonrakine binsin dedim, üşendim, onu görmezden geldim. Huysuz muydum? Hiç de öyle hissetmiyordum, her zamanki halimdi. Ayak bileğimdeki yara bandının altından ufacık yara sızlayıp duruyordu, sinirimi bozuyordu. Onu düşünmemeye çalışıyordum ama oradaydı yani, mutfağa girip kupama zifir doldururken de oradaydı, masama dönüp bilgisayarı açarken de oradaydı. Üzerine basmayınca o denli acımıyordu, ama acımadığı zamanlarda bile oradaydı. Yaralar sinir bozucudur, aklınız hep onlara gider. Vücudunuzda da olsa, kalbinizde de olsa bir yara hep dikkatinizi dağıtır. Ben de başka bir şeye odaklanmak istedim, kimse görmeden iki üç el Solitaire oynayayım dedim. Masadaki dosyaları ittim bir kenara, ekrana doğru eğildim harıl harıl çalışıyorum sansınlar diye. Yeşil zeminin üzerinde kartları görünce başladım oynamaya sanal iskambillerle, ilk eli yendim. Sonra bir el daha yendim. Ayağımın acısını unuttum, ama oynamaya devam ettim, bir el daha kazandım. Dördüncüsüne giriştiğimde, yakalandım, rulo yapılmış bir poşet dosya yedim kafama "Kaytarma, Namjoon, iş yap." Hayır, bu ses patronun da değildi, yardımcısının da değildi. Döndüm baktım 'kim bu ayarsız da milletin içinde kafama vurma hakkı buluyor kendinde' diye, Jamie adında 'newcomer' bir çalışandı. Bu çocuk yeni gelmişti yurtdışından, yazı dilinde güzel kullandığı Korecesi konuşmaya gelince telaffuzu berbat bir halde olan yeniyetme bir çocuktu, burada yeni başlamıştı. Sinirlerim tepeme çıktı, dik dik baktım suratına özür dilesin de bağışlayayım edepsizliğini diye. Özür falan dilemedi, yaşı da küçüktü benden, en ufak saygı ibaresi olmaksızın "Biz de seni çalışıyor sanıyoruz." deyince o an anladım bu gerizekalının elimde kalacağını. Dalga geçiyordu, elindeki ruloyla bana bir daha vurdu "Akşama kadar burada oturup babam da Solitaire oynar." Herkese beni rezil ediyordu. Sessizce, açık seçik, ve patlamamış bir sinirle "Özür dile, Jamie." dedim. İnsanlar bize bakıyordu.

kardelen enigması " namgiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin