4: Kahve

136 9 36
                                    

 1954 kelime

Ekim ayı soğuk havasını evlerin içine sızdırmaya başlamıştı. İnsanlar ev ve iş yerleri arasında mekik dokuyor, adımların yağmurdan nemlenmiş asfalta çarparak çıkardığı ses gri binalara karışıyordu. Mazot ve nem kokusu şehri sarmalıyor, nefes alacak yer bırakmıyordu.

Namjoon, metalik tonlarda döşenmiş olsa bile sıcak hissettiren kafeye buluşmaları gereken saatten erken gelmişti. Babasını beklerken sipariş ettiği ve birkaç yudum aldığı sert çekimli kahve çoktan ılımış, içilmez bir hal almıştı.

Bu süre içerisinde düşüncelerini bir araya getirmeye çalışmıştı.  Cümlelerini kendi içinde toparlamış, bazen bu cümleleri yıkıp yeni baştan oluşturmuştu. Konuyu kabataslak hazırlamış, sorularını beyninin bir köşesine yazmıştı ancak gururlu tarafı, ondan böyle bir yardım istemenin ne kadar mantıklı olduğunu hâlâ sorguluyordu. Babası, çocukluğundayken onu bir kez yüzüstü bırakmış biriydi ve şu ana kadar açtığı yarayı iyileştirmek için doğru düzgün bir açıklama bile yapmamıştı. Kendi oğluna bile açık olmayan birisine güvenilmemeliydi.

Bütün bu hislerine rağmen babasının yardımına ihtiyacı olması, kendisini acınası hissetmesine neden oluyordu Namjoon'un. Olgunlaşmış düşünceleri, gururunu ön plana koyarak acı veren insanları geride bırakmak istese de içindeki çocuk hâlâ babasına tutunmak, ona her zaman her koşulda güvenmek, yaptığının geçerli bir nedeni olduğuna inanmak istiyordu ve bu isteğini hiçbir zaman engelleyememişti.

  Namjoon, evden gittikten 1.5 sene sonra ilk defa, babasını okuduğu okulun dış kapısında kahverengi fötr bir şapkayla ona doğru bakarken görmüştü. İlk başta o olduğunu anlayamamıştı. Tam yüzüne odaklanacakken arkasından gelen öğrencilerin kapıya doğru koşmaya başlayıp önünü kapamasıyla bakıştığı gözleri kaybetmişti. Yaşadığı şoktan ötürü kalbi o kadar hızlı atıyordu ki eve doğru ilerkerken bir yandan o kişinin babası olup olmadığını düşünüyor bir yandan da kalbinin yerinden fırlamaması için dua ediyordu.

Eve vardığında ise annesini, buruşmuş peçetelerin saçıldığı yemek masasında elleriyle yüzünü kapatmış otururken bulunca, okuldaki bakıştığı kişinin babası olduğunu ve okula gelmeden önce eve uğradığını anlamıştı. O andaki hislerini şuan bile tarif edemezdi Namjoon. Kırgınlık? Öfke? Özlem? Hiçbirisi hissettiğini açıklamaya yetmiyordu. Annesinin sessiz hıçkırıkları, aralarında geçen tartışmanın özetiydi ve küçük Namjoon, bu hıçkırıklar içerisindeki rolünü sorgulamaya başlamıştı.

 Küçük o gün, ne olursa olsun hayata devam etmeyi öğrenmişti. Arka planda iç sesiyle boğuşurken mutfağa doğru ilerleyip, ocakta bulunan yemekten bir tabak kendisine bir tabak annesine koyarak yemek masasına götürmüş, kaşıkları özenle masaya yerleştirmiş, tabakların yanına iki cam bardak koyup su dolu sürahiyi ortaya koymuştu ve annesi hala yüzünü kapatmış burnunu çeker bir haldeyken yemek yemeye başlamıştı. Küçük, o günden sonra sonuçsuz olan soruların içinde boğulmaktansa bazen onları geride bırakıp önündeki yolda ilerlemesi gerektiğini öğrenmişti.

  Namjoon oturduğu yere doğru yaklaşan silüeti fark edince daldığı yerden gözlerini ayırıp kafasını o yöne doğru çevirdi. Karşısında duran yaşlı adamın yüzündeki kırışıklıkların her karşılaşmalarında arttığını görmek, kalbinde bir ağırlık hissetmesine neden oluyordu. Yavaşlamaya başlamış adımları, yaşıtı olan insanlarda sıklıkla görülen kahverengi örgü ceket, akıp giden zamanın durdurulamayacağının büyük bir örneğiydi.

En sonunda yavaşça ayaklandı Namjoon. Kızgınlıkları ve kırgınlıklarını bir kenarda tutabilecek olgunluktaydı ve karşısındaki kim olursa olsun saygıyı ilke edinmiş bir insandı. Ayrıca babasının, onu aradığından dolayı yaşadığı şoku ve mutluluğunu buruşmuş dudaklarındaki çarpık gülümsemesinden görebiliyordu ve bu gülümseme onda vicdani bir sızı yaratıyordu. 

Aprositos || Namjin (Slow)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin