Onları izlediğim ağaca gittim koşarak, dayanacak gücüm kalmamıştı. Çokta yüksek olmayan dalına tırmanıp sarkıttım ayaklarımı. Kaçıyordum, neyden kaçtığımı bilmeden. Karşımdaki boş araziyi inceledim, yakılmış evi. Yutkunamadım, bir şeyleri hatırlattı bana ve görmemiş olmayı diledim. Görmemiş gibi yaptım fakat aklımdakiler silinmedi. Silinmezdi.
"Sana benziyor değil mi?" Park Jihoon, burada bile var. Park Jihoon düşünmeme dahi izin vermiyor.
"Sadece rahat bırakamaz mısın beni?" Baktığı manzaradan bana çevirdi gözlerini. Bir iki küçük harekette tırmandı yanıma.
"Bırakamam, bilmiyor musun seviyorum seninle uğraşmayı." Dirseğimle karnına vurdum hafifçe, gülümsedi. Birden sildi yüzündeki ifadeyi. Ciddiyetle hazırladı kendini, ıslattı dudaklarını fakat başlayamadı bir türlü konuşmaya. Saçlarını itti parmak uçlarıyla, gülmedi bu sefer.
"Hyunsuk, mahvoluyorum. Bitiyorum artık. İzin vermiyorsun ki, tek neşe kaynağım olasın. İzin vermiyorsun ki bir tek seninle uğraşayım. Biliyorum, gerçekten biliyorum hoşuna gitmeyen şeyi." Elini sırtıma yasladı.
"Korkuyorsun düşmekten ama ben seni iterim. Bu değil mi sevmediğin şey? Üstüne gittiğimi düşünüyorsun değil mi? Senin için demeyeceğim sana. Nefret ediyorsun benden inanmazsın zaten." Yüzümü çevirdim ona, sinirli miydi?
"Kim bundan hoşlanır ki? Kim sürekli kendini iten birini sever? Bunu yapınca yenilmiyor korkularım, Jihoon. Senden korkuyorum, sen böyle yaptıkça çok korkuyorum senden. Ellerim titriyor yanındayken, görmüyor musun?" Bakışlarını yüzümden ellerime indirdi.
"Sen, gerçekten nefret ediyorsun benden." Başımı salladım, haklıydı. Nefret ediyordum.
"Nefret ediyorum senden, çok fazla nefret ediyorum. Emin olamıyorum çünkü, elini sırtıma yasladın ama ben ne yapacağını bilmiyorum. Düşmemem için tutabilirsin, ama itebilirsin de beni ve ben senin gibi geri kalkamam. Hiçbir şey olmamış gibi dizlerimi silkip aynı şekilde yürümeye devam edemem. Tam bu yüzden senin yanında olmaktan korkuyorum Jihoon." Elimle karşımızdaki binayı gösterdim.
"Beni de yakmandan korkuyorum." Gözlerini binadan çekmedi, sustu. Karışığım zaten, dokunma bana demek istedim. Midem bulanıyor bak, vuruyor dalgalar şimdi ciğerlerime.
"Bu gece gösterim var, gelmeni isteyecektim." Jihoon, en asil hâli ile buz pateni sahasında tüm herkesi kendine hayran bırakacaktı ki zaten herkes ona hayrandı.
"Geleceğim, orada olacağım." Hafifçe gülümsedi. Elini uzattığında, yüzüne baktım.
"Şimdi, beraber gidelim." Bir şey yapmama izin vermeden elimi tutup beni de aşağıya çekti. Elimi bırakmadan peşinden sürüklemeye devam etti.
Yaklaşık beş dakika uzaklıktaydı, yol boyunca elimi hiç bırakmamış olmasını düşünmemek istedim ama sadece istedim. Yürürken bile gözlerim sürekli ellerimize gidiyordu. Park Jihoon yanımdaydı, eli elimdeydi ve midem hiç olmadığı kadar çok bulanıyordu. Beni bu sahaya getirmesinde mantık arayamayacak kadar başım dönüyordu. Bitiyorum derken yanımdaydı ve bu bilmeden beni de bitirmesine sebep oluyordu. Belki de biliyordur, dedi bir süreden beri sessiz olan ikinci Hyunsuk. Belki de dedim, kim bilir.
İçeri girdiğimizde oturup beklemeye başladım. Yanımda patenlerini giyerken sürekli beni kontrol edip durmasına ses çıkarmadım. Ne diyebilirdim ki?
Her şeyi tamamladıktan sonra, gülümseyerek kalktı ayağa. Yavaş yavaş başlayan hareketleri daha da hızlanırken şaşkınlıkla izledim onu. Böyle birinin buz pateni gibi bir spor ile ilgilenmesi nerden baksanız garip geliyordu.
Yarım saat sonra, nefes nefese yanıma oturduğunda terden hafifçe nemlenmiş saçları dikkatimi çekti. Ellerim dokunmak isterken inatla reddediyordum. Soluklanıp bana döndüğünde yüzüme merakla bakıyor.
"Güzel miydi?" Küçük bir çocuk gibi heyecanlanması, bunu gerçekten sevdiğini gösterirdi değil mi? Jihoon, buz patenini seviyordu buz pateni de onu seviyor olmalıydı. Bu kadar yakışmasının başka açıklaması da olamazdı zaten.
"Güzeldi, çok güzeldi." İstediği cevabı alıp mutlu bir şekilde döndü önüne. Söylemek istedim, sen de çok güzelsin demek istedim. Öylece orada oturmaya devam ettik, konuşan olmadı.
"Beraber gittiğimiz, beraber olduğumuz her yeri sana benzetiyorum. Bu saha sana benziyor, seni öptüğüm o kafe sana benziyor, o ev sana benziyor. Çok saçma değil mi?" Saçmaydı, bunları düşünüyor olması bile çok saçmaydı.
"Biz hiçbir yerde birlikte değiliz, Jihoon. Düşünme bunu." Derin bir nefes aldı. Buna sinirleniyordu ve kafası karışan ben oluyordum. Yapmamalıydı, böyle olmamalıydı.
"Olalım o zaman." Şaşkınlıkla dediğini anlamaya çalıştım. Kesinlikle iyi değildi bugün. Vücudunu bana doğru döndürüp gözlerimin içine baktı. Yan yana oturduğumuz yerde mesafeyi en aza indirmek için yaklaştı bana. Zaten duvara yaslı bir şekilde oturuyordum. İki elini de yanımdan duvara yaslayıp yüzünü yaklaştırdı. Öpmesini beklerken, burnunu boynuma sürtüp uzaklaştı biraz.
Uzaklaştığı için derin bir nefes alırken, dudaklarıma kapanması ile boşta kalan ellerim ceketinin yakalarına gitti. Dudakları dudaklarımın üzerindeyken kıvrılan dudaklarını hissetmek, garipti. Garip ama çok güzel.
Duvardaki elini enseme indirip yapabilirmiş gibi daha çok çekti beni kendine. Dudaklarını hareket ettirmeyi bırakıp soluklandı. Uzaklaşmadan, her kelimesinde dudakları dudaklarıma çarpacak şekilde fısıldadı. Mahvolmuş ve hızdan yorulmuş kalbimi eline verebilseydim o an keşke.
"İddia yok ama bak, dudakların dudaklarımda yine."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ruhuma işlemiş satırların, seni yazmadan duramıyorum
FanfictionGözlerine baktığımda içimde oluşan dalga vuruyor ciğerlerime, nefes dahi alamıyorum inan bana. Boğazımdan ateş yükseliyor, tenine dokunduğumda. Ölüyorum, yemin ederim ölüyorum.