Geçmek bilmeyen, kaç dakika olduğunu bilmediğim bir süre boyunca çekmedi dudaklarını. Belki kısa bir süreydi bilemiyorum, düşünemedim o an. Kayboldu zaman kavramın.
Yazın uzun bir yolculukta müzik dinlerken ve rüzgar yüzünüzü okşarken hissettiğiniz şey vardır ya, Park Jihoon tam olarak böyle hissettiriyordu ve en kötüsü, bunu saatlerce anlatsam bile dudaklarını teninizde hissetmeden anlayamayacaktınız.
Uzaklaşmak bilmeyen bedeni, daha da çok sokuluyordu bana. Başını göğsüme yaslayıp ses çıkarmadan bekledi. En azından bugün nefreti bir kenara bırakabilirdik. Bırakabilirdik değil mi?
Zaman geçse dahi değişmedim ben, ne kadar zorlasam da kendimi. Defalarca kez tekrarladım içimden, nefret etme kendinden. Her defasında lafını yaptığım ve hakkında saatlerce konuşabileceğim nefret buradan geliyordu. Beslediğim en büyük kin, sakladığım en büyük nefret kendimeydi. Sessiz kaldığına şaşırdığım ikinci Hyunsuk konuştu yine.
'Suçlama artık kendini suçlama, sen istemedin böylesine nefret dolu olmayı.'
Bana böyle öğretildi, dedim içimden. Kimse bana kendimi sevmem gerektiğini söylemedi ki. Aynaya beş saniyeden fazla bakamadığımda bir şeylerin yanlış olduğunu kimse söylemedi. Gözlerimi kapatıp uyumaya çalıştığımda susturamadığım sesleri duymamam gerektiğini söyleyen kimse olmadı ve ben bunları normal sandım. Tüm bu nefretin normal olduğunu düşündüm, küçüktüm. Okula gittiğimde titreyen ellerimi yazı yazmaya bağladım, korktuğumu fark edemedim ben. Kimsenin beni göremediğini fark ettiğimde görünmezlik pelerinini bulduğumu düşündüm ve sevindim. Kimse söylemedi o pelerinin ruhuma ait olduğunu, kimse söylemedi beni bir kalıba soktuklarını. Sıkı sıkıya tutunduğum salıncak iplerini yalnızca on dört yaşındayken boğazımda hayâl etmenin yanlış olduğunu neden kimse söylemedi bana. Neden önüme bakıp koşmam gerektiğini bilmiyordum ben ve neden yalnızca yanlıştan ibarettim ben.
Doğru hissettiren tek bir şey bile yoktu, ihtiyacım vardı. Kendime ördüğüm kalede kalamayacaktım sonsuza kadar. Beni koruyamayacaktı. Kalem yıkılıyordu fakat taşları alttan çekmeye başladılar. Yavaş yavaş değildi hiçbir şey, birden yıkılıyor, birden yakılıyor, birden seviyordum.
Sahi, seviyor muydum ben? Burnuma dolan yoğun koku ile beraber düşündüm, seviyor muydum? Aklıma düşen birkaç sözü mırıldandım.
"Sen, sen değilsin ki bilesin neyi sevdiğini. Sen kendinde bile değilsin ki bende olasın."
Başını kaldırdığında göğsümden, gözlerine baktım.
"Bir sızı sindi yüreğime, sızdı içeriye soğuk hava."
Söylediklerime gülümseyip sardı kollarını belime, alnını alnıma yasladı. Dudakları aralandı. Takıldım kaldım ses tonunda. Bu doğruluk hiç bitmesin istedim.
"Ellerin tenime değmiş bir kere, değerse tekrar bir su damlası kahrolmaz mıyım ben?"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ruhuma işlemiş satırların, seni yazmadan duramıyorum
Fiksi PenggemarGözlerine baktığımda içimde oluşan dalga vuruyor ciğerlerime, nefes dahi alamıyorum inan bana. Boğazımdan ateş yükseliyor, tenine dokunduğumda. Ölüyorum, yemin ederim ölüyorum.